Geçen yazımızda kapsamlı bir seçim değerlendirmesi ve öncesinde Erdoğan’ın Avrasyacı paşalardan özür dileyerek uzlaşması ile aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketiyle yürütülen sözde “diyalog” ve “barış” sürecinin sonlanmasının üzerinde durmuştuk. Bugünü anlamak için bu “uzlaşmanın” niteliğini ve çerçevesini biraz daha açmayı yararlı görüyoruz.
Erdoğan - Devlet İlişkisi
Erdoğan’ın Avrasyacı paşalarla uzlaşması biçiminde kamuoyuna yansıyan eylemi esasında çok daha farklı niteliksel bir durumu arz etmektedir. Bu niteliksel değişimi kavramadan, ne KÖH ile diyaloğun sonlandırılması, ne de 16 Nisan Anayasa Referandumu ve 24 Haziran seçimlerini doğru analiz etmek mümkün değildir.
Avrasyacı paşalar ile uzlaşma eylemi özünde TC Devleti’nin (bunu kimileri “derin devlet” olarak adlandırıyor) tam olarak kontrolü altına girmesi anlamına gelmektedir. Erdoğan-Fethullah çelişkisini ABD ve NATO, Erdoğan’ı devirerek ve yerine daha ılımlı ve Fethullah ile uzlaşabilecek bir liderle yola devam etmek olarak tarif etmişti. 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu bu süreç için düğmeye basılan eylemdir. Deşifre edilen ve yayınlanan tüm ses kayıtları ve belgeler doğrudur. Dünyada hiç bir devlet yöneticisinin karşısında dayanamayacağı ve ayakta kalamayacağı böyle bir deşifrasyonu Erdoğan, TC Devleti ile uzlaşarak ve yönünü 180 derece çevirerek aşabilmiştir. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz Harp Akademilerinde TSK’dan özür dilemesi ve Ergenekon ile Balyoz davalarının birden bire idamlardan beraatlere dönüşmesi devlet ile uzlaşmış olmanın dışarıya verilen sinyalinden başka bir anlam taşımıyordu.
Bu değişim ile Erdoğan TC statükosuna ve kurucu doktrinine teslim olmuştur. Daha önceleri “ben Gürcü’yüm eşim Arap” açıklamaları yapan, “ Cumhuriyetin kuruluşundan beri kanayan bir yara olan Kürt ulusal sorununu biz çözeceğiz” diyen, “Türkiyelilik bir üst kimliktir, gerçek ulusal kimlikler korunarak üst kimlik yaratılacaktır” beyanlarında bulunan, “Eyalet sistemine geçeceğiz ve sadece coğrafi olarak değil siyasi ve milli olarak bölgelerin özerk olarak kalkınmasını sağlayacağız” görüşlerini savunan Erdoğan’ın başına öyle bir taş düştü ki TC’nin kuruluş ilkesi olan “Tek ülke, tek millet, tek devlet, tek bayrak” retoriğine keskin bir dönüş yaptı. Yanlış anlaşılmaması için burada bir açıklama yapma zorunluluğumuz var. Yazdıklarımız süreci yansıtıyor. Ancak öncesinde Erdoğan’ın sanki Kürt ulusal sorununu Kürt halkının ihtiyaçları doğrultusunda çözmek istiyormuş da TC onu engellemiş izlenimi çıkmamalı. Erdoğan “açılım” döneminde BOP Eş Başkanı olarak ABD ve NATO’nun özellikle Kürdistanın dört parçasına ve Orta-Doğu’nun yeniden dizayn edilmesine yönelik o mantıkla ve görevle böyle bir süreç yürütmüştür. Bu sürecin bir aldatmaca olduğunu ve “barış” sürecinin Kürt ulusal sorununun çözümünü bırakın, Kürt halkının bir takım taleplerini dahi karşılamayacağını bizler o dönemde de açıklamıştık. O dönemde yürütülen sözde barış ve diyalog süreci ABD, NATO ve İsrail eksenli bir proje idi.
Eğer bu niteliksel değişimi görmezsek 2014 senesinden itibaren ülkede adım adım değişen siyaseti ve uygulamaları doğru değerlendiremeyiz. Söz konusu TC Devleti, kimilerine göre “derin devlet” kimdir sorusunun yanıtını geçen yazımızda vermiştik. Bu yazımızda TC devleti neyi amaçlıyor sorusunu soralım. Bu sorunun yanıtını vererek son gelişmeleri aydınlatmaya çalışalım. TC Devleti dediğimiz İttihat ve Terakki ile başlayan bir çizginin Osmanlı’dan TC’ye geçişte devletleşerek bugüne kadar uzanan yüz yıllık bir geçmişe sahip olan yapılanmadır. TC Ulus Devleti’nin kurucu unsuru da bu devlet yapılanmasıdır. Kendisini Mustafa Kemal Atatürk ile sembolize eden bir görüntüye sahiptir. Kendisinden olmayan herkese karşı olan bir niteliğe sahiptir ve bu konuda intikamcıdır. TKP önderleri Mustafa Suphi ve yoldaşlarını önce davet ederek sonra kalleşçe Karadeniz’de katlettiren, Ermeni ve Rum Soykırımlarına sahip çıkan, Dersim başta olmak üzere Alevi Katliamlarını düzenleyen, Kürt halkına defalarca imha ve soykırım uygulayan, milyonlarca Ermeni, Rum, Süryani, Ezidi ve Musevi’yi sürgün eden, kendi içlerinden çıkan Adnan Menderes’lere tahammül edemeyip idam eden, THKO önderleri Deniz Gezmiş’leri idam eden, TKP-ML önderi İbrahim Kaypakkaya’yı işkencede hunharca katleden, 68 Devrimci Gençlik hareketinin THKP-C’li önderleri Mahir Çayan ve yoldaşlarını Kızıldere’de imha amaçlı katleden, Diyarbakır Zindanlarında Mahsum Korkmaz’ları imha eden, Paris’te Sakine Cansız’ları planlı bir cinayetle katleden, muhalefetin her yükseldiği dönemde, öğretmen ve işçi sınıfının sendikal hareketinin önderleri Talip Öztürk ve Kemal Türkler örneklerinde olduğu gibi, baskı, terör, siyasi cinayet ve suikastler düzenleyerek binlerce devrimci, ilerici, yurtsever, sosyalist ve komünisti katleden TC Devleti’nin tam kendisidir.
TC Devleti, Türk-İslam Sentezi ideolojisi temelinde Balkanlar, Kafkasya, Orta-Doğu, Kuzey Afrika, Orta Asya ve Uzak Asya’ya kadar uzanan çeperde bir Turan Devleti hedefi hayal eden bir yapıdır. Bu amacına ulaşmanın kolay olmayacağını kendisi de bilmekle birlikte “uzak ve temel amaç” olarak bu hedefi kendisine koymuştur. Erdoğan 2013 yılına kadar bu görüşe katılmıyordu. Erdoğan Ümmetçi idi. Siyasal İslam temelinde çok daha deniş bir coğrafyaya seslenmeyi hedefliyor ve amaçlarına hizmet ettiği bir politika vardı. Ancak 2011’den sonra aralarında başlayan çatışma ve ayrışma süreci sonunda elde ettiği ve var olanı da kaybetmemek için devletin kontroluna girmek zorunda kaldı.
Fethullah bu devlet içinde sonradan yer edinmeye çalışan, 1963’lerde “Komünizm İle Mücadele Dernekleri” içinde örgütlenmeye başlayan ve ABD’nin uzantısı kollarından olan bir çevreydi. TC’nin kapitalist kalkınma yolunu seçmesiyle girdiği ABD tahakkümü altında devlete sızan Amerikancı akımların sonuncularından biridir. Erdoğan’ı Başbakan olmaya yönelten güçtür. ABD ile Büyük Ortadoğu Projesi temelinde bu proje üzerinde çalışan çevredir. Fethullah-Erdoğan ittifakı fazla güçlenmeye ve devletin temellerine elini uzatmaya başlayınca kısa bir sendelemeden sonra devlet toparlanarak önce onları bölmüş, aralarına ayrılık sokmuş, ondan sonra da Fethullah’ı tasfiye ederek Erdoğan’a gözdağı vermiş, sonuçta da teslim almıştır.
TC Devleti’ni görünürde temsil eden ve Erdoğan’ı yönlendirme görevini üstlenen Devlet Bahçeli’dir. Bu nedenden dolayı devlet girdiği süreci bir an önce tamamlamak ve ekonomik kriz dışa vurmadan çizdiği rotayı uygulayabilmek için, Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü üstlendiği “erken seçim” planını MHP vasıtasıyla gündeme getirmiş ve uygulatmıştır. Bu arada Erdoğan’a karşı tavrında 180 derece dönüş yapan Devlet Bahçeli’nin de bu davranışının nedenlerini anlatmış olduk. TC Devleti 24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinden sonra iktidara kurul ve kurallarıyla hakim olmuş durumdadır. Dört yıllık bir hazırlık süreci kademeli olarak uygulanarak süreç tamamlanmıştır.
Aynı zamanda bu “derin” olarak da adlandırılan devletin içinde eski genel kurmay başkanı paşalar ile orgeneraller, sermayedarlar, eski başbakan ve içişleri bakanları yer alırken, CHP, İP, VP gibi devletin bütünleyeni partilerin temsilcilerini unutmamak gerekir. HDP içinde de bu devletin uzantılarının yer aldığı ayrı bir gerçektir ve belki de 24 Haziran öncesi ve sonrası HDP’deki olağandışı gelişmeler de devlet tarafından tetiklenmektedir.
TC İle Rusya Ve Çin İlişkisi
İçeride durum böyleyken, yine ilk yazımızda değerlendirdiğimiz ABD, Rusya ve Çin ilişkilerine de bir daha değinmekte yarar görüyoruz. Avrasyacı paşalar olarak adlandırdığımız kesim bugün TSK’ya hakim durumdadırlar ve Amerikancı paşalar ile en son 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve planlanmış karşı-darbe uygulamasıyla hesaplaşmışlardır. Fakat Avrasyacı paşalar da ABD tarafından yetiştirilmiş ve eğitilmiş kadrolardır. Onlar farklı ideolojik ve politik amaçları nedeniyle bugün Amerikancı etiketini kenara koyup Avrasyacı etiketini takmışlardır.
TC devletinin stratejik hayali olan Turan amacı ordu içinde de buna uygun bir yapılanmayı gerçekleştirmeyi şart koşmuştur. TC, bölgede bağımsız, güçlü ve blokların tümüyle eşit mesafede olacak ve de kendi amaçlarını gerçekleştirerek bir dünya gücü olmaya yönelecek bir strateji ön görüyor. Bunu da Türk-İslam Sentezi temelinde uygulamayı hedefliyor.
Bugün ABD ile çelişkiler yaşamaları çıkar çelişkilerinin ötesinde bir niteliğe sahip değildir. Rusya ve Çin ile yakınlaşma politikaları izlemeleri de bir yandan çıkar amaçlı, diğer yandan da o ülkelere yönelik açık olmayan kirli emellerin ifadesidir. TC Devleti bugün Kafkasya, Orta Asya Cumhuriyetleri üzerinde uzun vadeli planlar yapmaktadır fakat bugünden askeri ve istihbari adımlar atmaktadır, bunun için de ekonomik ve kültürel ilişkileri kullanmaktadır. Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan Cumhuriyetleri, Rusya Federasyonunun bileşeni olan Tataristan, Dağıstan, Çeçenistan, Abhazya, Kabartay Balkar, Çerkezistan, Osetya, Karaçay gibi özerk cumhuriyet ve bölgeler, hatta Moldova Cumhuriyeti bir tarafta, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan Cumhuriyetleri ile, Başkırtistan, Altay, Ural, Yakutistan, Çavuşistan gibi özerk cumhuriyet ve bölgeler diğer yandan faşist ve milliyetçi amaçların menzilinde bulunuyorlar. Bu amaçları taşıyan bir ülke ile Rusya Federasyonu’nun ilişkileri ne derece düzenli, dürüst ve ön açıcı olabilir? Rusya da bunun tabii ki farkında olarak sadece ve sadece Türkiye’yi ABD ve NATO karşısında nötralize etmek ve belki de uzun vadede TC içinde birtakım değişiklikler oluşabileceği perspektifi ile ilişkilerini yakınlaştırıyor. Fakat bu ilişkilerin karşılıklı güven ve dostluğa dayandığını kimse öne süremez.
Benzer bir konu Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerde geçerlidir. TC, Uygur Özerk Bölgesi’ni “Doğu Türkistan” olarak nitelemekte ve mavi beyaz ay yıldızlı bayrağını bir Türk Cumhuriyeti’nin sembolü olarak resmi törenlerde dahi göndere çekebilmektedir. Uygur Özerk Bölgesin’de MİT özel çalışmalar yürütmekte ve uzun vadeli hesaplar yapmaktadır. Suriye ve Kürdistan savaşında binlerce Uygur’lu devşirilerek IŞİD ve ÖSO saflarına TC tarafından taşınmıştır. Bu koşullarda TC ile ÇHC arasında karşılıklı güvene dayalı dostane bir ilişkiden söz etmek mümkün olabilir mi? ÇHC, Türkiye ile kurduğu tüm ilişkileri kendi ideolojik ve politik amaçları doğrultusunda şekillendirmekte, ABD ve NATO ile TC arasındaki çelişkileri değerlendirmektedir.
ABD Başkanlık sözcüsü ve ABD Ordu Generali aynı zamanda “bizim Türk Silahlı Kuvvetleri ile aramızda en küçük bir sorun yok” açıklaması yaptı. Bu aynı zamanda politik mesaj amaçlı bir açıklamaydı. Bir yandan gerçek durum tam olarak bu açıklamayla uyuşmamakla beraber, ABD ordusunun güvendiği temel noktalar olmasa bu açıklamayı da yapması beklenmemelidir.
TC’nin taktik veya stratejik Rusya ve Çin yönelimi kesin, kalıcı ve sürekli bir yönelim olarak ele alınmamalıdır. Nasıl ki içeride TÜSİAD gibi sermaye örgütleri ABD ve NATO ülkeleri ile olan on yıllara dayalı ilişkilerin daha da zedelenmesine karşı kendilerine göre uyarılar yapıyor iseler, diğer yandan TC ekonomisinin üretim ilişkileri, finans ve askersel ilişkileri dahil ABD ve NATO üyesi emperyalist ülkeler ile kolay kolay tam kopmayacak bir göbek bağı içinde bulunduğu aşikardır. Tüm bu gelişmeleri izlerken bu verilerin de değerlendirmelerde dikkate alınması gereklidir. Biz bu yazımızda varolanın ötesinde daha çok yeni olana vurgu yapmaya önem verdik.
Bütün bu süreci değerlendirirken AB’nin bu oyuna seyirci kalmadığını ve kalmayacağını görmeliyiz. Bir yandan kendisinin ABD ile yaşadığı çatışma ile de süslenen çelişkili süreçlerden dolayı pozisyon alacağını, diğer yandan ise her zaman TC ile AB ve diğer NATO emperyalistlerini uzlaştıracak bir güç olduğunu dikkate almamız gerekmektedir.
Devrimcilerin, Komünistlerin Görevi
Karşımızda bu nitelikte bir devlet var ve bizler bu devlet yıkılmadan bu ülkede hiç bir olgunun olumludan yana değişmeyeceğini düşünen ve savunan insanların bir araya geldiği bir örgütüz. Bugün AKP olur yarın MHP veya CHP hatta ve hatta kimi kombinasyonlarda HDP’yi de planlarına entegre amaçları dahi olabilir ve vardır da. Bunlar görsel değişikliklerdir. Aslolan devletin niteliği ve doktrinidir. Bizim açımızdan da aslolan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması sorunudur. Akkoyun ile karakoyun bu sorunun yanıtlanmasında kendini gösteriyor. “Sol”un değişik varyantları ile işçi sınıfının politik öncü örgütü arasındaki turnusol kağıdı, ana ayıraç, kırmızı çizgi, nasıl adlandırırsanız adlandırın temel niteliksel farklılık bu konudur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması sorunu bir devlet sorunu olduğu için aynı zamanda bir sosyalist devrim sorunudur. Kapitalist devletin yıkılıp yerine işçi sınıfının devletinin, Proletarya Diktatörlüğü’nün yani, Sosyalizm’in kurulması görevidir.
Kuşkusuz ki bu hedefe ulaşmak bir günden öbür güne elde edilebilecek bir sonuç değildir ve sınıf düşmanının gücüne, örgütlenmesine, yönetim biçimine ve bileşimine de bağlıdır. Ama aynı zamanda uluslararası konjonktüre de bağlıdır. Bugün, faşizm koşullarında iktidara karşı olan muhalefet güçlerinin hem toplumsal hem de politik anlamda çeperi daha da genişlemiş durumdadır. MHP destekli AKP-Saray rejimine son vermeyi ve burjuva çerçevede görece daha demokratik bir düzen kurma hedefini güdenlerden, Marksist-Leninist bilim ışığında bilimsel Sosyalizmi savunan bizlere kadar geniş bir çeperi ifade ediyor bu muhalefet. Bu iki ucun arasında da halk demokrasisini kendilerine sonul amaç olarak koyanlardan kendilerine göre “demokratik sosyalizm” tarifi yapanları da kapsıyor bu güçler. Bu noktada siyasal güçlerden söz ettiğimizin altını çizerek Kürt özgürlük hareketinin de bilimsel Sosyalizmi amaç edinmediğinin altını hatırlatma olarak tekrar çizmekte yarar görüyoruz. Ancak bu siyasal anlamda kesintisiz devrim sürecinin bu aşamada bağlaşığı olmadığı anlamına gelmemektedir. Bize göre bugün statüko karşısında güncel görev Saray Cephesi’ne karşı en geniş demokratik muhalefet güçleriyle Halkın Cephesi’nin yaşama geçirilmesi görevidir. Bu görev masa başlarında veya toplantılarda değil sınıf mücadelesinin toplumsal dinamiğinin içinde yerellerde ve üretim birimlerinde oluşarak gelişecek , yaygınlaşacak ve merkezi bir karakter kazanacaktır.
Pekiyi, bugün 80 milyon nüfuslu bir ülkede 42 milyon insan özünde kendi çıkarları ile yüzde yüz çelişen burjuva partileri seçeneklerine oy veriyorlarsa, bu bilinç değişikliği, bu güç nasıl oluşacak. Bu ülkede devrim nasıl gerçekleşebilir olacak ki bu burjuva devleti yıkılsın ve tüm üretim araçları toplumun kendi öz malı olabilsin? Bugün bulunduğumuz noktadan bu süreci aydınlatmak komünist partisinin görevidir. TKP program taslağında bu soruya yanıt verirken kesintisiz bir devrim süreci ön görüyor ve muhtemelen bu kesintisiz sürecin değişik aşamalardan geçeceğine vurgu yapıyor. Anti-Faşist, Anti-Oligarşik, Anti-Emperyalist Demokratik Halk Devrimi, siyasal ve toplumsal bağlaşıklıklar dikkate alındığında faşist diktatörlüğün yıkılmasında ve Sosyalizm’e açılacak bir düzenin kurulmasında gerçekçi bir aşama olarak tarif edilebiliyor.
Bilinen bir gerçeği tekrar edelim; “her komünist devrimcidir, ancak her devrimci komünist değildir!”
Bunu neden ifade ediyoruz? Ülkede henüz 42 milyona yakın seçmenin kendi sınıf düşmanlarına oy verdiği, 12 milyona yakın seçmenin yanlış partilerden medet umarak devletin bileşeni burjuva partilerine oy verdiği, 5 milyonu aşkın bir seçmenin ise “devrimsel değişim” olsun umuduyla reformist bir partiye oy verdiği bir seçmen haritasında gerçek devrimcilerin, komünistlerin işleri oldukça zor olsa gerek. Kuşkusuz ki sınıf mücadelesini seçmen eğilimlerine indirgeyerek ölçemeyiz. Ne ki, seçmen eğiliminin de toplumdaki sınıf bilincini yansıtan bir skala olduğu gerçeğini de unutmamalıyız. Bu noktada aslolan parlamento dışı mücadele yöntemleri ile seçmen eğilimi arasındaki dengeyi değiştirme hedefimiz olmalıdır. Düşününüz ki, son seçimlerde CHP bir muhalefet partisi olarak 12 milyona yakın oy aldı. Ve bu seçmenler CHP’nin TC Devletinin bileşeni bir parti olduğu bilincinde olmadan, hatta daha ileri gidelim, TC devletini AKP’den kurtarma amacıyla ve bu devlete sahip çıkarak oylarını kullanmışlardır. Bizzat TC’nin kurucu iradesi CHP tarafından 2-3 soykırım niteliğinde katliam yaşatılan Alevi yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu gidip bu partiye oy vermişlerdir. AKP, MHP, SP, İP, CHP gibi partiler oylarının ezici çoğunluğunu sömürdükleri ve ezdikleri işçi sınıfı ile yoksul emekçi halklardan almışlardır. HDP’ye oy veren kadar Kürt seçmen, AKP, SP ve CHP’ye oy vermiştir. Halbuki bu ülkede Kürt Ulusal Sorunu bir tesadüf eseri değil, CHP tarafından savunulan ve bugün AKP tarafından uygulanan bir TC Devlet zihniyeti sonucu oluşmuştur.
Bütün bu çelişkileri ezici çoğunluğunu ezilen ve sömürülenlerin oluşturduğu bu kitleye gösterebilmek sadece ve sadece devrimcilerin ve komünistlerin meşakkatli çaba ve çalışmalarıyla mümkün olabilecektir. 24 Haziran seçimleri öncesi ülkede adeta bir değişim ve dönüşüm istemi rüzgarı estiği, CHP, HDP hatta SP destekçilerinin ciddi bir hareketlenme yarattıkları hepimizin malumudur. Adeta bir Gezi Ruhu yeniden canlanacak mı sorusu herkese umut veren bir gelişme olmuştu. Haydi seçimler boykot edilmedi, en geç 24 Haziran gecesi seçim sonuçları manipülatif bir şekilde açıklandıktan sonra burjuva muhalefete oy vermiş milyonların oylarına sahip çıkmaları tabii ki kendiliğinden olamazdı. Herkes CHP’nin ağzına baktı. CHP ise türlü tehditlere boyun eğerek ama aslında TC devletinin bir bileşeni olma bilinciyle hareket ederek seçimleri meşru ilan etti. 21 gün sonra sadece bir dahaki seçimlere kadar geçerli olacak demagojik bir politikanın tekrar canlandırılması için seçimleri gayrimeşru olarak adlandırdı. Buna kim inanır diye düşünmeyin. Maalesef milyonlar, bütün iyi niyet ve dürüstlükleri ile bu burjuva politikacılarının söylemlerine kanıyorlar.
Esas Olan Nedir?
Şimdi esas olan parlamento dışı mücadelenin her türlüsünü yerine göre kullanarak burjuva politikaların etkisinde olan milyonlarca işçi ve emekçide sınıf bilinci oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu sınıf bilinci ilk aşamada siyasal olmayacak, ekonomik ve demokratik ağırlıklı olacaktır. Ancak bu süreç içinde sınıf savaşımı yükseldiği koşullarda siyasal sınıf bilinci de at başı olarak gelişecektir. İşte tam bu noktada komünistlerin devrimciliği önemli ve belirleyici bir rol oynamaktadır. Komünist olmayan devrimciler ile devrimci de olan komünistler birlikte mücadele edecekler, ülkede sınıf savaşımı yığınsallaşarak gelişecek ve tam bu noktada komünistlerin sınıf içinde örgüt olarak ne derece örgütlenebildiklerinin sonuçları yaşanacak. Sadece iktidara yönelik gelişecek devrimci bir muhalefet hareketinin gerçekten devrimci bir karakter ile gelişmesini bu mücadele süreçlerinde komünistlerin oynayacağı rol belirleyecektir. Sınıf içinde öncü işçilerin, sınıf bilinçleri sayesinde kitleye önderlik edebilmeleri komünistlerin bugünden kitle içinde yürüttükleri parti çalışmasının ürünü olacaktır.
Aynı süreçte mücadele daha radikal bir karakter de kazanacaktır. Bu bir etki-tepki meselesidir. Burjuva devleti kendi varlığını korumak için önce devrimciler sonra haklarına sahip çıkan kitleler üzerinde terörü artırdıkça, bunun doğal sonucu bu teröre karşı bir savunma, direniş ve yer yer saldırı pratiği gelişecektir. Bu gelişme toplumsal mücadele süreçlerinin tabiatında vardır. Bu noktada sınıf güçlerinin yığınlarla birlikte mücadeleyi radikalleştirerek yükseltme yetenekleri oluşacak sonuç konusunda ortaya ipuçları koyabilecektir.
Bu süreçlerde Devrimci Güçlerin Eylem ve Güç Birliği’nin oluşması böylesi parlamento dışı kanalların tümünde, işçi semtlerinde, üretim yerlerinde, üniversite ve okullarda güçlerin tabanda birlikte mücadelesi ile gelişecektir. İşlevi olan hiç bir Eylem ve Güç Birliği, tepeden çabalar ile oluşmamıştır. 12 Eylül öncesi ve sonrası Pratik bize bunu öğretiyor. Tabanda oluşan eylem ve güç birliklerinin mahallelerde ortak meclisler oluşması, işyerlerinde sendikaların niteliklerinin gelişmesi, üniversite ve okullarda birleşik öğrenci konseylerinin ortak eylemliliklere yol açması mücadelenin gelişim sürecine koşut olarak gelişecektir. Altını kalın çizgilerle çiziyoruz. TC’ye, AKP-Saray Rejimine, fabrika ve iş yerlerinde işveren patronlara ve yerellerde yerel uygulamalara karşı gelişecek birleşik muhalefet önce toplumsal temelli birlikte mücadele ile şekillenecek ve bu şekillenme devrimci siyasal güçlerin bu mücadeleyi daha ileri aşamalara taşımaları için birlikteliklerini sağlayacaktır. Tersi değil. Tersi, bugüne kadar olduğu gibi sözde Halk Meclislerinin siyasal devrimci parti, grup ve dergi çevrelerinin eylem birliği platformu niteliğinde daralmalarına yol açmış, yığınlardan soyutlanmalarını sağlamış, kuruluşunda toplumsal nitelikleri ile yığınların katılımının geri çekilmesine yol açmış ve de Meclis’leri eritmiş, yok etmiştir. Gezi Direnişi sonrası yaşanan Gezi Forumları ve Halk Meclisleri pratiği çok yakın tarihte bizlere bu dersi çıkarmamıza olanak vermiştir. Dolayısıyla, Devrimci Güçlerin Eylem ve Güç Birliği her parti, örgüt ve çevrenin yerel ve üretim birimlerinde ne derece etkin çalışıp örgütlenmesine bağlı olarak gelişecektir. Her siyasi çevrenin her yerde var olması da mümkün değildir. Ancak var olunan yerlerde sağlanacak devrimci birliktelik merkezi anlamda tüm ülkeyi kapsayacak ve tüm siyasetleri içine alacak birlikteliği sağlamış olacaktır.
Devrimci sürecin gelişmesi ve ülkede devrimci durumun oluşmasına koşut olarak ortaya döneme uygun yeni ihtiyaç ve olanaklar da çıkacaktır. Unutmayalım ki bir coğrafyada devrim sadece işçi ve emekçi yığınların ayaklanması ile gerçekleşmez. Bu ayaklanmanın gelişmesine koşut olarak düşman kampta, özellikle onların yığın örgütleri olan bürokrasi, istihbarat, güvenlik güçleri ve silahlı kuvvetleri içinde çatlamalar, ayrışmalar, bölünmeler ve karşı karşıya gelmeler oluşmalıdır. Tabanda oluşacak bu gelişme, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halkların direniş ve ayaklanması ile birleştiğinde ilgili coğrafyada devrimci süreç sonuç alıcı noktaya ulaşabilir. Bütün bu etmenlerin oluşumunda da işçi sınıfının politik örgütü komünist partisi ve onun bağlaşığı cephenin politik-askeri yönetiminin birliği son noktayı koyacak yeteneği niteliksel ve niceliksel olarak sağlayacaktır.
Bugün Yapılması Gerekenler
Tarif ettiğimiz günlere ulaşacak süreçleri yaratabilmek için bugünden yapılması gereken temel çalışma üretim birimleri ve yerleşim alanlarında, işçi yataklarında yürütülecek günlük planlı ve programlı siyasi çalışmalardır. Bu alanda parti örgütlerimiz ve gruplarımız fedakarca çalışmalar yürütmektedirler. Buna ilaveten yerleşim alanlarında ve çalışma birimlerinde genç kadın ve erkekler arasında devrimci gençlik birliklerinin ardıcıl faaliyetleri yeni bir devrimci gençlik kitlesinin oluşumunu geliştiriyor. Kültürel, sportif ve eğitsel alanlarda gençler bir araya gelerek kendi yeteneklerinin farkındalığını oluşturuyorlar. Üniversite ve liseli gençler sosyalist gençlik örgütlenmelerinin tohumlarını attılar ve nüvelerini oluşturuyorlar. Bu tür günlük ve çok yönlü çalışmalar yürütmeden, önümüzdeki süreçlerin şanlı direnişlerinin tohumlarını atmak mümkün değildir.
Sendikaların ataleti ancak ve ancak devrimci bir bilinçle sınıf ve kitle sendikacılığının gereklerini yerine getirebilecek nitelikte kadroların iş yerlerinde, fabrika, atölye, inşaat, tersane, liman, rafineri ve maden ocaklarında sınıf içinde ekonomik, sosyal ve demokratik çalışma geliştirmeleri ve var olan sendikalardaki etkilerini artırmaları ile mümkündür. Bu alanda sistemli ve ciddi çalışmalar yürümekte ancak ülke coğrafyası ile ölçüldüğünde yetersiz kalmaktadır. Bu eksiklikleri gidermek önümüzdeki yakın sürecin temel görevidir.
Bileşkesi devrimci muhalefetin yolunu açacak, ortak paydası iktidar karşıtlığı olan çalışma yığınlar arasında parti çalışmasının ana alanı olmalıdır. Halkın Cephesi böyle oluşacaktır. Hangi partiye oy verdiği değil, hangi sınıfa mensup olduğu belirleyicidir. Sadece ahbap çavuş ilişkisi veya yüzeysel ajitasyon değil, sürekli ve kalıcı mücadeleci ilişkiler temeldir. Dolayısıyla devrimci ve komünist kadroların da bu doğrultuda eğitilmeleri, deformasyona uğramalarının engellenmesi, deformasyona uğrayanların doğru karakterler kazanmaları içinde bulunduğumuz dönemin asli örgütsel görevleri arasında en başta gelen görevlerdir.
Eklenmesi gereken; Bu karşılıklı çatışma ve güçlerin karşılıklı yeralımı koşullarında yığınların ne düzeyde politikaya müdahale edecek yeteneğe ulaşıp ulaşamayacakları ile ilgilidir. Yığınlar böyle durumlar ve ortamlarda politik burjuva manipülasyonuna daha da açık hale gelmektedirler. Bu koşullarda yığınların politizasyonunun hangi sınıfın lehine gelişeceği işçi sınıfının politik örgütünün, bütün bu gelişmeleri gören bir yerden örgüt stratejisi, politika ve eylemlilik geliştirmesine bağlıdır.
Son söz olarak; İşbirlikçi Oligarşi’nin yüz yıla yaklaşan anti-komünist ve halk düşmanı kırmızı çigileri varsa, komünistlerin de 28-29 Ocak 1921 Onbeşler katliamı ile başlayan, 30 Mart 1972 Kızıldere katliamı ile pekişen ve 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemde şanlı işçi direnişleri, devrimci direnişleri ve binlerce devrimci kadronun toprağa düşmesiyle çizilen kızıl bir mücadele çizgisi vardır. Onlara sözümüz var, yerine getireceğiz…