Alman Komünist Partisi - DKP 21. Parti Kongresi - Temel Tezler

Alman Komünist Partisi - DKP 21. Parti Kongresi - Temel Tezler

Alman Komünist Partisi DKP

Komünist hareket uluslararası düzeyde, dünyada son on yıllarda yaşanan ekonomik, politik ve sosyal gelişmeler ve değişimler sonucunda işçi sınıfının mücadelesi açısından güncel görevlerin ve stratejik hedeflerin tarifi üzerine tartışmalar yürütüyor. Alman Komünist Partisi, tarihsel gelişimi ve sınıf savaşımında edindiği yer anlamında dikkatle izlenmesi gereken bir kardeş partidir. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’nin etkin emperyalist güç odağı olması DKP’nin önemini daha da artırıyor.

Almanya’nın komünistleri 1990 karşı-devrimi sonucu uzun yıllar program tartışması sürdürerek 2006 senesinde 17. Parti Kongresi’nde bir Parti Programı onayladılar. Bu Parti Programı geçerliliğini korumaktadır. Günün gelişen koşulları bu programın kimi yanlarını geliştirmek ihtiyacı doğurduğundan 2014 Kasım ayından 2015 Kasım ayına dek 21. Parti Kongresi’ne yönelik Temel Parti Tezleri tartışması yürüttüler.

Atılım’ın Aralık 2015 sayısında Kongre’ye sunulan Tez Taslağını yayınlamıştık. Taslağı yayınlamamız, yürütülen dinamik tartışma ve parti örgüt ile üyelerinin aktif katılımı ile 21. Parti Kongresi’nde onaylanan biçimi arasındaki farkı görmemize olanak sağlıyor.

Partimizin Program Taslağı tartışma sürecinde, parti örgüt ve üyelerimize katkı sağlayacağı düşüncesi ile bu sayımızda Temel Tezlerin onaylanmış ve karar altına alınmış halini yayınlıyoruz.

ATILIM Redaksiyonu

 

DKP Eylemde – Bilanço çıkartmak, yeni olanı anlamak, fırsatları değerlendirmek için – Tekellerin erkine, savaş politikalarına ve sağcı gelişmeye karşı

Parti programımızın kabul edildiği 2006’yı takip eden yıllarda sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nde ve reel sosyalizmin diğer ülkelerinde karşı devrimin zaferine yol açan çöküşünün ve yok edilişinin uzun vadeli uluslararası sonuçları daha da belirginleşmiştir. Tam da bu nedenle Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni Alman işçi sınıfının en büyük kazanımı olarak görüyoruz.

Çağımız, emperyalist aşamadaki kapitalizmin sürekli genel krizi tarafından belirlenmektedir. Tüm diğer emperyalist devletler gibi, Alman emperyalizmi çekinmeden işçi sınıfını sömürmekte ve çıkarlarını Avrupa ve dünyada kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Kapitalist birikim fazlası [Überakkumulation] emperyalizmde, mali spekülasyonun, sermayenin yok edilmesinden kaçınabilmek için, mali sermayenin merkezi aracı (enstrümanı) olduğu bir noktaya gelmiştir. Tekelci kapitalizmde diğer sınıf ve katmanların sırtından sermayenin yok edilmesini geciktirmek, ama böylelikle aynı zamanda kronik birikim fazlası krizini sertleştirmenin temellerini yaratmak için bankaları kurtarma biçimindeki tekelci devlet müdahaleleri, merkezi araçlardır.

Emperyalizm, güçlü olduğu algısının aksine, tarihsel aşılmışlığı ile güreşmektedir. Emperyalizm paraziter, çürüyen ve can çekişen kapitalizmdir ve bu nedenle içeride ve dışarıda giderek artan bir saldırganlık geliştirmektedir. Karşı devrimin sonuçları, sistem rekabetinde sosyalizm yenilgisi, şu anki emperyalist aşamanın karakterini belirlemektedir.

Sosyalizm, önceleri emperyalizmi dizginlemişti. O zamandan bu yana dünya çapında çekinmeden hareket etmektedir. Uluslararası komünist ve işçi hareketi ile geçmiş dönemin ulusal anti-emperyalist hareketleri şimdiye kadar olmadığı biçimde savunma konumundadırlar. Kapitalist üretim ilişkilerinin varlığını sürdürmesi, insanlığın varlığını sürdürebilmesini tehlikeye sokmaktadır.

Aynı zamanda sonuçları itibarıyla üretici güçlerin sınıf ve toplum yapısında yeni değişimlere yol açan hızlı gelişmelere şahit olmaktayız. Bunlar ve kapitalizmin krizinin sonuçları işçi sınıfının bilinç gelişimi, örgütlenme ve mücadele gücü üzerinde müthiş etkide bulunmaktadırlar. Bilişim teknolojisindeki sürekli yeni devrimci dönüşüm serileri, nano ve gen teknolojisi ve diğer tekniklerde üretici güçlerin yüksek devirli gelişimi gözlerimizin önünde ilerleyerek sürmektedir. Bunlarla ve bireysel, sanal ve kendi kendini optimize eden üretim sistemleriyle bağlantılı olarak toplumsal iş bölümü, sınıfsal ve sosyal yapılarda yeni değişim dalgaları meydana getirilmektedir. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki daha da sertleşmektedir.

Üretici güçler, kapitalist koşullar altında tahripkâr güçlere dönüşebilirler. Savaşlar, zulüm ve baskılar, yoksulluk, doğanın talanı ve çevrenin yok edilmesi bu çelişkinin sonucudur. Bunlar, dünya çapında 60 milyondan fazla insanın göçe zorlanmasının nedenleridir.

Sermayenin merkezlerinde de yoksul ile zengin arasındaki uçurum büyümekte, toplumsal çelişkiler derinleşmektedir. Mücadeleyle elde edilen sosyal kazanımlar geri alınmakta, demokrasi kısıtlanmakta, siyasal haklar ve işçi hakları tehdit altındadır. Tekeller, kapitalist merkezlerde devletin yardımı ile ücretleri düşürebilmiş ve çalışma sürelerini uzatabilmişlerdir. İstihdam piyasasının »esnekleştirilmesi« ve sosyal hakların kısıtlanması ile kârlar rekor seviyelere çıkmaktayken, giderek daha çok insan yoksulluk ve güvencesiz istihdam tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu gelişmeler 2008’den beri süren kriz ile daha da keskinleşmiştir.

Sosyalizmin Avrupa’daki yenilgisinden çeyrek yüzyıl sonra emperyalistler etki (nüfuz) alanlarını bölüşmüşlerdir. Yayılmacı çıkarlarını kabul ettirmek için, emperyalist devletlerin sertleştirilen sömürü koşullarını gönüllü olarak kabullenmek istemeyen veya etki alanı olarak tartışmalı olan devletlere ve gelişmekte olan ülkelere yönelik, ekonomik baskı araçlarının yanı sıra, askeri baskı yöntemlerini de uygulamak zorunda kalmaktadırlar.

Emperyalist ülkeler yeni savaşlar için silahlanıyorlar. Ve etraflarına görünmez duvarlar örüyorlar: askeri araçlarla ve mültecilere karşı acımasız politikalarla. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor, Avrupa’nın bir çok ülkesinde faşistler ve sağ güçler konum kazanıyor.

Sermaye, üretim fazlası krizinin sonuçlarını başka ülkelere yüklüyor. AB ve ABD serbest ticaret ve çeşitli antlaşmalar, TTIP, CETA ve TISA ve Doha Zirvesi aracılığıyla büyük tekellerin değerlendirme ve yayılma çıkarlarının önünü, az gelişmiş ülkelerde barışçıl bir yaşamı uman ve iş ve gelir kavgası veren insanların çıkarlarını dikkate almadan açıyorlar. Bu antlaşmalarla sermaye, çalışan nüfusun yaşam koşullarına yönelik en büyük talanı başlatmıştır.

Yeni gelişmeleri analiz etmek, buradan kesin bir strateji üretmek, pratik faaliyet için bağlayıcı kararlar almak ve bu kararları birlikte yaşama geçirmek zorundayız.

Savaş tehlikesi artmaktadır

Kapitalizmde üretim ve tüketim esas itibariyle artık değer üretiminin ve sermaye değerlendirmesinin yoğunlaştırılmasının hakimiyeti altındadır. Daha erken evresinde, serbest rekabette, üretici güçlerin gelişmesi ve ücretli emeğin işgücünün sertleşen sömürüsü, metaların ve sermayenin kronik üretim fazlasına yol açmaktadır. Bu birikim fazlası, kapitalist pazarın sınırlılığına ve plansızlığına ve »kitlelerin yoksulluğu ile tüketim sınırlılığına« (Karl Marx) çarpmaktadır. Kapitalizmdeki üretim fazlalığı krizlerinin kaçınılmazlığı periyodik boşalmalara ve yayılmacılık çabaları ile yeni pazarların şiddet yoluyla ele geçirilmesi biçimindeki şiddetli yanardağ patlamalarına yol açmaktadır. Böylelikle kaçınılmaz olarak kendi pazarlarının yeniden dağılımı, genişletilmesi ile hammadde kaynakları ve bunlara ulaşım yollarının güvence altına alınması için yayılmacı savaşlar ortaya çıkmaktadır.

Tekelci kapitalist / emperyalizm çağının tümüne özgün, dünyanın tekeller ve emperyalist güçler arasında yeniden paylaşım mücadelesi ateşi keskinleşerek yeniden tutuştu. Etki (nüfuz) alanları, hammade, pazar payları ve tedarik yollarının kontrolü üzerine verilen emperyalist savaşlar, kapitalizm içi rekabetin sonuçlarıdır. Kapitalizmin yasal, eşitsiz gelişiminin, koşulları sürekli değiştirdiğini; koalisyonları dağıttığını, yenilerinin kurulmasına yol açtığını göstermiştir.

Sermayenin merkez ülkelerinin, öncelikle ABD ve NATO partnerlerinin saldırgan politikası, yeni kriz ocaklarını körüklemektedir. Savaşlar ve istikrarsızlaştırma denemeleri artmıştır: Yugoslavya’dan Afganistan’a, Irak, Libya, Suriye ve Mali’den Ukrayna ve Venezuela’ya kadar.

Ukrayna’daki ihtilaf, Kiev’deki faşist güçlerin etkisi altında olan milliyetçi hükümetin, NATO’nun Rusya sınırında verdiği destekle Donbas’daki iki Halk Cumhuriyetine karşı olan savaşı genişletmesi ve yoğunlaştırması, dünya çapında tehlikeye dönüşmek üzeredir – ki, nükleer silahların kullanımı dahi, kesinlikle dışlanabilir bir olasılık değildir.

Aynı Ukrayna, Kuzey Afrika veya Ortadoğu’da olduğu gibi, salt ülkeler içi iç savaşlar veya devrimler de şu an genellikle emperyalist gizli servislerin veya emperyalizmle sıkı bağlantıda olan kurumlar ve vakıfların doğrudan organizasyonuyla patlak vermekte veya bunlarca cesaretlendirilmektedirler. İslam’ın köktenci akımlarıyla bağlantılı görülen veya bağlantılı olan İslam Devleti ve El Kaide veya »Özgür Ordular« gibi örgütler, emperyalist gizli servislerin yaratıkları veya ABD emperyalizmi veya emperyalist Avrupalı devletlerle girilen askeri işbirliğinin sonuçlarıdırlar.

Çözülemeyen İsrail-Filistin ihtilafı, İsrail’in 242 sayılı BM kararına göre iki-devlet-çözümünü reddetmesi ve saldırgan işgalci politikaları nedeniyle Orta ve Yakın Doğu’daki asker çatışmaların ve savaşların kaynağı olarak sürmektedir.

Güncel olarak NATO partneri Türkiye, İslam Devletinin Kuzey Suriye ve Irak’taki varlığını, Kürt Kurtuluş Hareketine askeri olarak saldırmak ve ABD ve Fransa ile birlikte Suriye’nin egemenliğinin altını oymak için kullanmaktadır.

Dünyanın farklı bölgeleri emperyalist güçlerin – özellikle öncü güç ABD’nin – tasavvurlarına göre yeniden sınıflandırılmak ve emperyalist güçlerin iktisadi ve stratejik gereksinimlerine göre yeniden yapılandırılmak istenmektedir. En güçlü emperyalist güçlerin saldırgan stratejileri, bilhassa Rusya ve Çin’i askeri olarak kuşatmaya ve etkinliklerini geriletmeye veya sınırlamaya yöneliktir. Gerek Ukrayna üzerine verilen mücadele, gerekse de Pasifik bölgesinde artan ihtilaflar, güç blokları arasındaki çatışmaların sertleşeceğine işaret etmektedir. ABD ile Almanya öncülüğündeki AB – genellikle birbirleriyle ittifak hâlinde – bu ihtilaflarda hayli saldırgan bir rol oynarlarken, Rusya ve Çin savunma pozisyonlarında durmaktadırlar.

Alman emperyalizmi daha da saldırganlaşmakta ve militaristleşmektedir. Alman emperyalizmi AB’nin düzenleyici ve öncü gücü rolünü üstlenmiş, AB çeperindeki ülkeleri boyunduruğu altına almakta ve AB’ni dünya çapındaki etki alanları ve hammadde mücadelesinde kullanmaktadır. Diğer emperyalist AB devletleri buna tahammül göstermeyeceklerdir. Federal Ordunun savaş yetisi silahlanma projeleri ve Afganistan’dan Merkez Afrika’ya kadar yurt dışı görevleriyle artırılmaktadır. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin başını çektiği, - Lizbon Sözleşmesinde yer alan – AB devletlerini daha fazla militaristleşmelerini ve askeri harcamalarını artırmalarını öngören yükümlülük, bu anlamda okunmalıdır. Militarizm, toplumun bütününe nüfuz ettirilmek istenmektedir. Hedef, Almanya öncülüğünde bir AB ordusu inşa etmektir. Toplumun bütününü militaristleştirme denemeleri, askersel sanayi kompleksi ve egemen politika tarafından yürütülmektedir.

Alman halkının Almanya’nın başlattığı iki dünya savaşının sonuçlarından elde ettiği deneyimler, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin barış politikaları ve Federal Almanya barış hareketinin on yıllarca süren mücadelesi, Alman politikalarının militaristleştirilmesinin önünde engel teşkil etmektedir. Bu nedenle CDU/CSU ve SPD’den oluşan »Büyük Koalisyon« ve onları destekleyen kitle medyası, halkın militarizm lehine »yeniden eğitilmesi« ve manipüle edilmesi için verdikleri çabaları artırmaktadır.

Sömürü artmaktadır

Dünya ekonomisi zengin kapitalist ülkelerin burjuvazilerinin kronik birikim fazlası krizini aşma usullerince belirlenmektedir. ABD emperyalizmi, Dolar’ın hâlen söz konusu olan üstünlüğünü kullanarak, ekonomik gücü ile para basma kombinasyonuna güveniyor. Alman emperyalizmi, tüm dirençlere rağmen, AB’ne milyonlarca insanın onurunu yok eden ve onları sefalete sürükleyen sert tasarruf politikaları dayatıyor. Kronik dengesizlikler bu şekilde sadece derinleştirilmektedir.

Ekonomik olarak tamamen merkez emperyalist ülkelere ve uluslararası finans kurumlarına bağımlı olan Yunanistan’a gösterilen muamele, »siyaseten formel olarak bağımsız, gerçekte ise finansal ve diplomatik bağımlılık ağına takılı olan bağımlı ülkelerin farklı biçimlerine« (Lenin) işaret etmektedir. Emperyalizm, gücün temeli olarak ekonomik güçten başka bir şey tanımaz. Alman emperyalizmi bu kartı hakim olduğu AB içerisinde acımasızca kullanmaktadır.

»Transatlantik Serbest Ticaret« projesi 1990’lı yıllardan beri sürüyor. TTIP/CETA/TISA gizli görüşmeleriyle yeniden hızlandırılıyor. Özünde söz konusu olan, en güçlü emperyalist merkezlerin – ABD ve başında Almanya’nın durduğu AB’nin – tekelci burjuvazilerinin çıkarlarına karşı olan devletsel veya toplumsal etkileme olanaklarını kısıtlamak veya tamamen dışlamaktır. Amaç, çalışma koşullarının deregülasyonu ve bu yolla karlılığın korunması ile yatırımların sorunlardan arındırılmış şekilde geliştirilmesidir. Bu yolla merkezlerin – aralarındaki çelişkili tüm çıkarlara rağmen – hakim konumu, diğer ülkeler ve bölgeler karşısında güvence altına alınmak istenmektedir. Bu, gerektirdiğinde savaş araçlarını da içeriyor.

BRICS grubu ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ulusal ekonomilerini kendi araçlarıyla – örneğin kendilerine ait bir Kalkınma Bankası kurarak – uluslararası alanda hareket eden tekellerin etkilerinden korumaya çalışıyorlar. Boyunduruk altına girmekten kaçınma çabaları, emperyalist merkez ülkelerin çıkarlarına ters etkide bulunuyor.

Alman emperyalizmi, Almanya’yı daha kriz başlamadan yüksek emek üretkenliği koşulları altında bir düşük ücret ülkesi hâline getirmeyi başarmıştır. Bu, zayıf bir direnç ve büyük ölçüde sendikaların katılımı sağlanarak gerçekleştirilmiştir. Bu, Almanya’nın AB’nin güney çeperindeki ülkeleri, AB ve Euro’yu kullanarak ihracat merdanesi altında boyunduruğuna sokmasının ön koşuluydu. AB ve Euro’nun yürürlüğe sokulmasının sınıfsal içeriği ve amacı giderek daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor: Alman emperyalizmi için söz konusu olan, çeperinde sınai olarak ikincil ekonomilerin bulunduğu, güvenli, sınırları aşan bir pazarın yaratılmasıydı. İkincil ekonomiler, Alman ihracat hücumuna karşı kendilerini, kendi para birimlerine değer kaybettirerek savunamamakta ve bu nedenle ücret talanı ve sosyal kısıtlamalar üzerinden »iç değer kaybına« gitmeye zorlanmaktadırlar. Büyük Alman sermayesi gerektiğinde onları, Alman işçi sınıfının son 60 yılda mücadele ile elde ettiği kazanımları geri almak için çalışma tezgahı, deney alanı veya şantaj potansiyeli olarak kullanabilir. AB, aynı ardılı olduğu AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ve AT (Avrupa Topluluğu) gibi, ilk günüden itibaren tekellerin bir projesidir.

Alman tekelleri ücretlerin ve sosyal hizmetlerin düşürülmesini başardılar. Sermaye böylelikle, yoksulluk ve yaşam koşulları güvencesizliği artarken, kârlarını artırabildi. Almanya’da da yoksul ve zengin arasındaki uçurumun derinleşmesi, kitlesel yoksulluk ve kentlerde sefalet mahallelerinin oluşması gerçeği ile karşı karşıyayız. Bir çok büyük kentte kirası ödenebilecek durumda olan konut bulunamaz durumda. Ülkemizin bir çok bölgesinde yoksullaşma kitlesel bir olgu hâline geldi. Milyonerlerin sayısı ise aynı zamanda sürekli artıyor.

Özellikle kadınlar çoklu ayırımcılığa maruz bırakılmaktadırlar. Kadınlara daha düşük ücret verilmekte ve mesleki gelişmelerinde engellemelerle karşılaşmaktadırlar. Yoksullaşma ve güvencesizleştirme özellikle kriz dönemlerinde kadınları son derece olumsuz etkilemektedir. Bunun nedenlerinden birisi, çocukların bakımı ve eğitiminin toplumsal örgütlenmeye değil, kadınlara yüklenmesidir. Kadınlar meslek eğitiminde ve istihdam piyasasında ayırımcılığa uğratılmakta ve düşük ücretlerden, yaşlılıktaki yoksulluktan, süreli sözleşmeler ve süreli istihdamdan olumsuz etkilenmektedirler. Ataerkil yapılar toplumda kökleşmiştir, kadına yönelik şiddet gündemdedir. Kadınların bu durumdan kurtulmaları ekonomik koşullarının kötüleştirilmesiyle zorlaştırılmaktadır. Kadınların eşit olmayan ücretler, kalifikasyon olanaklarından mahrum bırakılma, güvencesiz çalışmaya itilme ve işsizlik üzerinden ayırımcılığa uğratılmalarına karşı mücadele, faaliyetlerimizde daha büyük rol oynamalıdır.

Bilimsel-teknik devrimin hızı

Sömürünün keskinleşmesi, bilimsel-teknik devrimin derinleşmesinin yeni bir devresiyle birlikte gelişmektedir. Bu, özü itibariyle bilimin »dolaysız üretici güce« (Karl Marx) dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Sonucunda da sadece tüm üretim ve dağılım işlemlerinin bilimselleştirilmesine değil, aynı zamanda genel olarak artı-değer üretiminin kaynağı olan insan işgücünün çelişkili değerlendirilmesi-değersizleştirilmesine yol açmaktadır.

İnsan giderek üretim sürecinin »bekçisi ve regülatörü« (Karl Marx) olmakta, yüksek kalifiyeli ücretli emek giderek canlı üreticiden modern otomatik sistemlere aktarılmaktadır: bugüne kadar öncü olan teknolojiler üretimin dijitalleştirilmesiyle hızlı bir tempoda »ahlaki olarak yıpratılmaktadırlar« (Karl Marx). Bu bilimselleştirilme ile maddi üretimin öncesi ve sonrasındaki bölümleri (geliştirme, planlama, pazarlama, dünya çapında lojistik) sadece daha büyük önem kazanmamaktadır, burada modern işçi sınıfının yeni bölümleri oluşmuştur. Onlar için eski »beyaz yakalı olan – olmayan proleterler« ayrımı artık geçerli değildir.

Meta olarak işgücünün eğitim ve yeniden üretim (reprodüksiyon) alanları, orada çalıştırılan ücretli işçilerin sayısı itibariyle, işçi sınıfının doğrudan maddi üretimde istihdam edilen bölümlerinden bir kaç kat daha güçlüdür. Buna rağmen sınai maddi üretim kapitalist üretim biçiminin çekirdeğidir. İçerisinde modern proletaryanın önemli iyi ve yüksek örgütlü sektörleri örgütlüdür. Her ne kadar eğitim ve üretim alanında ücretlilerin yeni katmanlarının bağımsız ve sendikal çıkar temsilciliği için birleşiyor ve greve kadar emek mücadelesinin tüm araçlarını kullanıyor olsalar da, orada gerçek ekonomik baskı, maddi üretimin ve onunla bağlantılı dağıtımın çekirdek alanlarındakinden çok daha zor inşa edilebilmektedir.

Bilimsel-teknik devrimin derinleşmesi, egemenlerin medya tartışmalarına soktukları »Sanayi 4.0« veya »Kapitalizm 4.0« gibi moda kavramlardan çok daha fazla anlam taşımaktadır. Kapitalist emaredeki modern üretici güçler giderek – insan türünün kendi kendisini yok etmek tehlikesine kadar – tahripkâr güçler olarak da gelişmektedirler. Ancak bu son eşik öncesinde de üretici güç gelişiminin sapıklığı ve tedrici barbarlaşma eğilimi artmaktadır. Özel ve mahrem yaşam, tüm yaşam alışkanlıkları ve özel bilgiler şimdiye kadar tasavvur edilemeyecek biçimde meta dönüşümünün nesnesi ve kurbanı olmaktadırlar – şimdi sadece üretim sürecinde değil. Ancak kapitalizmin ücretli emek ve sermaye arasındaki temel çelişkisinin yerine, insan ve dijitalleşme veya robot ve Homo sapiens arasında güya sınıflar üstü olarak nitelenen bir çelişki geçmemektedir.

Şu anda, sadece »mali sermaye devrinde« değil, aynı zamanda en modern üretici güçlerle donatılmış yüksek derecede gelişmiş tekelci devlet kapitalizminde yaşadığımız gerçeği, Lenin’li yıllardan daha fazla geçerlidir. Tekelci devlet kapitalizmi sadece esas itibariyle kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesinin maddi koşullarını yaratmadı, aynı zamanda yeni devasa bilimsel ve teknolojik devinimlerle üretimin toplumsal karakterinin tanınmasını ve insan ile doğanın özel mülkiyete dayalı kapitalist sömürü sisteminin aşılması gereğini giderek daha çok bilince çıkarmaktadır.

Günümüz işçi sınıfı

Alman tekelci burjuvazisi rekabet avantajlarını düzensizleştirme üzerinden işçi sınıfının aleyhine genişletmektedir. Yeşiller ve SPD de diğer partilerin yanı sıra bu rotayı öz itibariyle belirlemiş ve siyaseten ileri götürmüşlerdir. Ajanda 2010 gibi sosyal ve demokratik haklara yönelik esaslı saldırılara karşı sendikalar yeteri kadar mücadele vermemişlerdir. 80’li yıllara kadar, Avrupa’da sosyalizmin var olması nedeniyle, işçi sınıfının sisteme bağlanması kısmen sosyal tavizlerle satın alınabilirken, bugün güçler dengesi değişmiş, egemen sınıf saldırıya geçmiştir.

Bu saldırı, işçi sınıfı içerisinde, sınıfın sınai çekirdeğini küçülten sonuçları olan yapısal değişikliklere yol açan üretici güçler gelişimiyle bağlantılı gelişmektedir. İşçi sınıfının kadrolu personel, taşeron işçiler ve diğer düşük ücretliler ile sayıları giderek artan işsizlere bölünmesi sonucunda mücadele koşulları kötüleşmektedir. Ajanda 2010 ile, işçi sınıfı üzerinde baskıyı etkili bir biçimde artıran yeni araçlar yaratılmıştır. İşçi sınıfının giderek büyüyen bir bölümü tamamıyla üretim sürecinin dışına itilmekte, yoksullaştırılmakta ve yaptırımlar yoluyla disipline edilmek istenmektedir. Özellikle kadınlar bu saldırılardan olumsuz etkilenmektedirler.

Bugün işçi sınıfının geniş kesimleri arasında emek ve sermaye arasındaki sınıf çelişkileri konusunda bir bilinç değil, aksine tekelci sermaye ile çıkar birliği olduğuna dair yanılgı yaygındır. Ancak bağımlı çalışanların çıkarlarını »kendi« tekelleri veya üretim bölgesinin çıkarlarına bağlı olarak tarif etmeleri onları gerçekte daha bağımlı kılmaktadır. İşçi hareketinin bu zayıflığı kapitalist egemenliğin güvence altına alınmasının önemli bir etmenidir. İşçi hareketi içerisindeki, reformlar ile elde edilecek kısmi iyileştirmeler hedefinin ötesini göremeyen güçler buna katkı sağlamaktadırlar. Bu güçler işçi sınıfının sadece bir azınlığına sağlanan bu iyileştirmeler veya imtiyazlarla nesnel olarak kendilerine rüşvet verilmesini onaylamaktadırlar. Böylelikle bu güçler işçi hareketi içerisinde, tekelci kapitalizmle kopmaz bir biçimde bağımlı olan oportünizmin taşıyıcısı olmaktadırlar.

Sosyal açıdan dışlananlar arasında da sınıf bilinci gelişmemiştir. Yalnızlaşma koşulları altında sınıf bilincini geliştirmek daha da zordur, bu nedenle siyasi yaşama çok seyrek katılmaktadırlar. Böyle üretilen »iç istikrar« Alman burjuvazisinin başarı faktörlerindendir.

Güvencesiz istihdama, işsizliğe ve yoksulluğa kayma korkusu şantaja karşı direnci azaltmaktadır. Ezilen ve sömürülenler her gün medya üzerinden yayılan burjuva ve gerici ideolojisinin etkisi altında, esas itibariyle nesnel çıkarlarına ters düşen tasavvurları, düşünce biçimlerini, değer ve yönelimleri kabullenmektedirler. Bölgecilik mantığı ve dayanışmanın kırılması, proletarya enternasyonalizminden arda kalanları zayıflatmaktadır. Bu, körüklenen milliyetçilik ve militarizmle kombinasyon içinde, sınıfı ulusal ve uluslararası çapta bölmeye hizmet eden ırkçı eğilimlerin üremesine ortam yaratıyor.

İşçi sınıfı tüm nesnel yapısal değişimlere, yeni bölünme çizgilerinin ortaya çıkmasına ve bağımlılıklara vs. rağmen, sermayenin iktidarına karşı mücadelenin ve sosyalizm inşasının belirleyici gücüdür. Şu anki örgütlenme derecesi ve siyasi bilincinden bağımsız olarak bu böyledir. İşçi sınıfı devrimci öznedir. Sınıfı tarihsel misyonunu üstlenme yeteneğine kavuşturmak Komünist Partisinin ana hedefidir.

»İşçi sınıfı kapitalist toplumda, toplumsal üretim sistemindeki konumu nedeniyle en fazla ve doğrudan kapitalist sömürüye maruz kalan sınıftır. İşçiler ve ücretliler, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayanlar olarak, iş güçlerini satmak zorundadırlar. Onların emeği olmaksızın toplum var olamaz. Yüksek derecede sanayileşmiş ülkemizde tüm değerlerin yaratıcısı onlardır. İşçi sınıfının, insanlığın çıkarlarından farklı olan çıkarları yoktur. Bu toplumsal konumu işçi sınıfına, direnişin ve toplumsal değişimin ana taşıyıcısı olma gücünü vermektedir. (...) Toplumsal ilerleme ancak işçi sınıfının eylem birliği içinde hareket etmesi ve ittifaklar kurması ile tasavvur edilebilir. İşçilerin, hizmetlilerin, memurların, güvencesiz çalıştırılanların ve işsizlerin, çırakların ve emeklilerin – milliyetleri ve kökenlerinden, farklı dünya görüşlerinden ve farklı parti üyeliklerinden bağımsız – birlikte davranmaları zorunlu ve olanaklıdır.« (DKP Programı)

İşçi sınıfının toplumsal zenginliğin yaratılması sürecindeki bu özel rolü, onu nesnel olarak kapitalist sömürü sistemine karşı verilen mücadelenin öncü sosyal ve siyasal gücü yapmaktadır. Ancak bunu tarihsel yeterliliğini bilincine çıkardığında yerine getirebilecektir. Bunun içinse, bilimsel sosyalizmin teorisi ve ideolojisi ve onun örgütleri ve partilerinin sınıf çıkarlarının bilincine varmakta olan işçi sınıfı ile sıkı bağlantısı gerçekleştirilmelidir.

Sağ tehdit artmakta

Ülkede kitlesel sömürüye, halkın giderek büyüyen bir kesiminin toplumsal yaşamdan dışlanmasına, halkın büyük bir kesiminin reddettiği savaş politikasına rağmen, belirli sessizlik hakim. Aynı zamanda şiddetli baskı araçları genişletilmekte ve sosyal hareketlere karşı mücadelede denenmektedir. Egemenler açısından, burjuvaziye içeride kitlesel protestoları ve kalkışmaları baskı altına alma olanağını verecek gerici bir devlet tadilatı gerektirmektedir. Otoriter güvenlik devletine yönelik olan gelişme derinleşmekte ve hızlanmaktadır. Demokratik haklar budanmaktadır. Grev hakkına yönelik saldırılar artmakta, siyasi aktivistler jurnallenmektedir. Devletin baskı organları saldırganlaşmakta ve daha fazla haklar, olanaklar ve araçlarla donatılmaktadırlar. Bu araçlar egemen sınıfın elinde kendi mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin güvence altına alınmasına hizmet etmektedirler.

Federal Ordunun yurt içinde kullanılması denenmekte ve sivil-askeri işbirliği ile olanaklı hâle getirilmektedir. Militarizme, milliyetçilik ve ırkçılık refakat etmektedir. Tekelci burjuvazinin etkin muhafazakâr ve gerici kesimleri sağdan baskı aracı olarak yeniden açık faşist güçleri kullanmaktadırlar. Devlet organlarının işbirliği NSU skandalıyla gün yüzüne çıkmıştır. Neofaşistlere karşı verilen direniş kriminalize edilmektedir.

Burjuvaziye geçişi sağlayan yolu açan menteşe güçleri Almanya İçin Alternatif (AfD) ile oluşmuşlardır. Pegida ve Hogesa ile, yıllarca inşa edilen düşman resmi »İslam« önyargılarını kullanan ve kısmen şiddet yoluyla uygulayan gerici, milliyetçi-şovenist ve ırkçı bir kitle hareketinin kurulması başarılmıştır. Egemen politikanın körüklediği önyargılar böylece sokakta yankılanmaktadır. Bu önyargılar CSU’dan SPD’ye kadar partiler tarafından iki yüzlü bir biçimde »yurttaşların ciddiye alınması gereken kaygıları« denilerek yasaların sertleştirilmesi için kullanılmaktadır. Müslümanlar ve »İslam« dikkatleri asıl sorumlulardan – tekeller ve devletten – çekmek için günah keçisi hâline getirilmektedirler.

DKP’nin rolü ve görevi

Kitlesel yoksulluk, sefalet ve dışlama, militaristleşme, milliyetçilik, savaşlar ve doğanın talan edilmesi insanlığı uçurumun kenarına itmektedir. »Ya Sosyalizm, ya barbarlık« bir var oluş sorusu olmuştur. DKP, kapitalizmin aşılması ve sosyalizmin kurulması için vardır. Marksist-Leninist bir Parti olarak, ücretli emek ile sermaye arasındaki toplumun temel çelişkisinin çözülmesi için kapitalizmin devrimci yoldan aşılması gerekliliğinden yola çıkar. İşçi sınıfının diğer emekçi katmanlarla ittifakıyla siyasi iktidarı eline geçirmesi, önemli üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve işçi sınıfı ile tüm emekçilerin çıkarlarına olan bir iktisat planlaması, sosyalizmin inşasının merkezi ön koşullarıdır.

DKP kendisini Marx, Engels ve Lenin’in öğretileri ve teorileri ile yönlendirmektedir. Bunlar siyasetimizin bilimsel temelini oluşturmakta ve eylem kılavuzumuzdurlar. Bunlar, hareketsiz bir doktrin değil, aksine günümüz gerçekliğini tarihsel ve diyalektik materyalizmin metotları ve bilgileri ile araştırma yükümlülüğüdür. DKP, komünistlerin dünya görüşü olan Marksizm-Leninizmin özgür propaganda hakkı için mücadele vermektedir.

Güncel mücadelelerimizin, kapitalizmden devrimci kopuş stratejisine ve sosyalizme geçiş arayışlarına bağlanması vazgeçilmezdir. Yeni sosyalist toplum düzeni ve kapitalizmin aşılması, ancak uzun süreli ve karmaşık bir süreçle, sert sınıf mücadeleleri ile gerçekleştirilebilir. Temel engel tekelci sermaye, yani egemen kapitalist sınıfın en güçlü ve en etkin parçası olan tekelci burjuvazidir. Tekelci sermaye, iktidarını tehlikede gördüğü siyasi kriz zamanlarında sadece kitle iletişim araçlarına sahip değildir. Olağanüstü durum yasaları, hükümet aparatı, hukuk (yargı), ordu, polis ile etkin ve vahşi biçimde kullanılabilecek şiddet araçlarına da sahiptir.

Sadece 1973 Şili deneyimleri değil, aynı şekilde bilhassa Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki son şiddet içeren devirmeler ve devrimler, egemenlerin tüm araçlarla devrimci bir sürece karşı çıkacaklarını göstermektedir. Reform ve devrim diyalektiğini dikkate almak, Komünist Partisini, »reform alternatifleri«, »dönüşüm konseptleri« ve »iktisadi demokrasi modellerine« yönelen ve bu farkı silikleştiren örgütlenmelerden farklı kılar.

Komünistler, kapitalizmdeki reformların gerekliliğini de, sınırlılıklarını da bilirler. Komünistler, »yasal reform faaliyetini sadece genişletilmiş devrim ve devrimi de yoğunlaşmış reform olarak tarif etmenin esas itibariyle yanlış olduğunu« (Rosa Luxemburg) bilirler. Kapitalizmi aşmak, devrimci bir kırılmayı gerekli kılar. DKP aynı zamanda emekçilerin güncel çıkarları için verilen reform mücadelelerine katılır. İşçi sınıfının bugünkü çıkarları ve ihtiyaçları söz konusu olduğunda DKP için önemsiz olan konu olmaz. İşletmelerde ve komünlerde (yerleşim yerleri, semt, kent, kasabalar Ç.N.) »çay suyu için verilen mücadele« anlayışı, komünist siyasetin vazgeçilmez alameti farikasıdır.

İşçi sınıfı içerisinde sosyalizmin gerekli ve olanaklı olduğu anlayışı olgunlaşmalıdır. Sosyalizmin ilk büyük denemesinde hangi olumlu kazanımların elde edildiğini göstermek buna dahildir. Sınıf olarak sınıftan, sınıf için sınıfa dönüşmesi için işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün hegemonyası gereklidir. Böylesi bir devrimci sınıf bilincini geliştirmek, sınıfın içinde kök salmasını sağlamak ve çoğunluk kazanacak seviyeye getirmek, Komünist Partisinin merkezi görevidir.

Bu ise komünistlerin, işçi sınıfının kendi çıkarlarını kendi eline alması için gerekli yeteneği sağlayacak bir politikanın geliştirilmesi ve propaganda edilmesini gerektirir. İşçi sınıfı sadece mücadele içerisinde kendi durumunu belirleyen toplumsal etmenleri görmeyi öğrenecektir. Bu görev, kapitalizm hakkında sınıfın büyük bir bölümünün düşüncesine hakim olan reformist hayalleri geri püskürtme ve aşma göreviyle kopmaz bir biçimde bağlıdır. Emperyalizm koşullarında bir yasallık olarak işçi sınıfı içerisinde ortaya çıkan oportünizmle mücadele de bu görev içerisindedir.

Reform ve devrim diyalektiğini dikkate alan komünist siyaset, her ilerici olguyu ele almak ve insanlarla birlikte eyleme geçmek anlamını taşır. Komünistler bunu yaparken, işçi sınıfının ve halkın haklarına yönelik olan saldırıların münferit, birbirinden bağımsız eylem olmadığını, aksine emek ve sermaye arasındaki temel çelişkinin ifadesi ve sonucu olduğuna dikkat çekerler.

Bugün, kapitalizmin emperyalist aşamasında belirleyici düşman tekelci sermayedir. Sürekli olarak kapitalizm/emperyalizm, kriz ve savaş arasındaki bağlantıyı yeniden görmekteyiz. Bu durumda anti-tekelci bilincin yaygınlaşması, anti-militarist ve anti-faşist hareketlerin güçlenmesi zorunludur. DKP gücünü bu hedeflere yoğunlaştıracaktır. Bunlar, bizim için biri birinden bağımsız, yan yana duran konular değil, aksine egemenlerin saldırılarına karşı, toplumsal ilerleme için verilen mücadelenin biri birine organik olarak bağlı sorunlarıdır.

Antimilitarist mücadelemiz

Biz NATO’nun dağıtılması ve FAC’nin NATO’dan çıkması için mücadele ediyoruz. NATO, en saldırgan emperyalist güçlerin yönetimi altında olan emperyalist askeri ittifaktır. Bu güçler öncelikle ABD, Almanya, Britanya ve Fransa’dır. Bunlar, FAC’ndeki gerici ve militarist güçler ve bunların askersel sanayi kompleksiyle ortak cephede NATO’dan çıkılmasına karşı tüm araçlarla direnç göstereceklerdir, çünkü o zaman Rusya’ya karşı yönelen tüm ABD ve NATO stratejisi kendi içinde çökecektir. Bu nedenle bu mücadelede NATO ittifakının tüm öncü askeri iktidar bloğu düşmanımızdır.

Emperyalist ülkelerdeki ordular her zaman içe ve dışa yönelik saldırganlığa hizmet ederler. Aynı zamanda her zaman askerlerin gerici ve militarist anlamda gözlerinin kamaşmasına (körleşmesine) hizmet etmektedir. Günümüz koşulları altında ordunun en gerici biçimi, gönüllü profesyonel ordudur. Bu nedenle Federal Orduya karşı mücadele etmekteyiz.

Federal Ordunun ve diğer silahlı güçlerin her türlü yurt dışı görevini ve sivil-askeri işbirliğinin her türlü biçimini reddediyoruz. Bunlar, Alman tekelci sermayesinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını askeri şiddetle kollama iradesinin ifadesidir.

Federal Ordunun ülke içinde bir iç savaş gücü olarak eğitilmesine ve görevlendirilmesine karşı mücadele ediyoruz. Federal Ordunun ister kamuya açık yemin törenleri olsun, isterse okullarda, üniversitelerde ve çalışma ajanslarında (İş ve İşçi Bulma Kurumu Ç.N.) Federal Ordu tanıtımı olsun, kamusal alanda her türlü sahne alışına aktif biçimde karşı çıkıyoruz. Federal Ordu “normal” bir iş yeri değildir, Militarizmin / Emperyalizmin okuludur.

Militarizmin alt yapısına (talim alanları v.s.) aktif olarak karşı çıkıyoruz ve onun geliştirilmesine karşı direniyoruz. Öğrenimin, araştırma ve kültürün militaristleştirilmesine, medyada militarizme ve savaş kışkırtıcılığına karşı mücadele ediyoruz. Öğrenim ve araştırma silah üretimine hizmet etmemeli, kültür milliyetçi ve militarist olmamalıdır. Üniversitelerde sivil hükümlerin geçerli olmasını talep ediyoruz.

Sivil korumanın her biçimine, kadınların askeri paramiliter yapılara alınmalarına ve komünlerde yeni erken uyarı sistemlerinin yaratılması gibi militaristleştirmenin diğer biçimlerine karşı mücadele ediyoruz. Federal Polis veya Teknik Yardım Kurumu gibi paramiliter olan veya öyle biçimlendirilen yapıların militaristleştirilmelerine yönelik gelişmeleri yakından takip etmekteyiz.

Silah ihracatını reddediyoruz ve tüm silah fabrikalarının dönüştürülmesini savunuyoruz. Silah ihracatının Alman tekelci sermayesinin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını savunmak ve silah sanayinin kârlarına hizmet etmekten başka bir nedeni yoktur. Silah ihracatı aynı zamanda hem kendi silahlanma yeteneklerinin güvence altına alınmasına, hem de silahlanma ürünlerinin masraflarının düşürülmesine hizmet etmektedir. Böylelikle silah ihracatı ve Federal Ordunun silahlandırılması aynı madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadırlar. Emperyalist çıkarların gerçekleştirilmesinde silah üretiminin merkezi rolü hakkında aydınlatıyoruz. Özellikle sendikalar içerisinde konversiyon (silah üretiminin sivil üretime dönüştürülmesi, Ç.N.) taleplerini destekliyoruz.

İşçi ve sendika hareketinde anti-militarizmin yeniden kök salmasını, sendikaların antimilitarist mücadeleleri desteklemelerini ve özellikle Federal Ordunun yurt dışına gönderilmesine, silah ihracatı ve üretimine karşı aktif olmalarını istiyoruz. Sendikalar ile Federal Ordunun her türlü işbirliğini reddediyoruz.

Hedefimiz, bu temel konularda hareketi desteklemek veya başlaması için girişimde bulunmaktır. Hangi kisve altında, ister insan hakları, kadın hakları, din özgürlüğü veya terörizme karşı mücadele gerekçesi ile olursa olsun, savaş kışkırtıcılığına ve medyatik seferberlik çağrılarına karşı çıkıyoruz. Burada hiç bir zaman halkın hakları değil, her zaman Alman bankaları ile tekellerinin çıkarları söz konusudur. Barış hareketinin eylemlerine katılıyor ve bunların yaygınlaşıp, güçlenmesi için etkide bulunuyoruz. Mülteci politikasında, mülteciliğin nedenleri olan emperyalist savaşlara ve silah ihracatına karşı mücadeleyi merkeze koyuyoruz. Barış mücadelesi ile anti-faşizmin birliği temelinde olanaklı olan en geniş ittifakları hedefliyoruz. Aynı zamanda bu ittifaklar içinde ve dışında özgün komünist pozisyonlarımızı savunuyoruz. Barış sorununu demagojik biçimde kullanarak, gerçek savaş nedenlerinin üstünü örten antisemitik, ırkçı ve faşist güçlere karşı mücadele veriyoruz.

Yıllardan beri ABD ve İsrail’e yönelik anti-emperyalist eleştirinin antisemitik diye karalandığına tanık olmaktayız. Böylelikle antisemitizm izafileştirilmekte, tutarlı anti-militarizm engellenmeye çalışılmakta ve barış hareketi Alman devlet doktrininin boyunduruğu altına sokulmaya çalışılmaktadır. Aynı zamanda sağ içerikleri barış hareketi içerisine taşıma veya barış hareketinin vuruş yönünü öyle ya da böyle sadece ABD’ye çevirmek amacıyla, barış hareketini sağa açma denemeleri söz konusudur. Bu, barış hareketinin bazı kesimlerinin belirli Alman sermaye fraksiyonlarının hizmetine sokulması tehlikesini içermektedir. DKP’nin görevi, diğer güçlerle birlikte bu iki akımı geri püskürtmektir.

İşçilerin birliği ve anti-tekelci ittifaklar için mücadelemiz

DKP mücadelesini ana düşmana, ulusal, multi ve transnasyonal tekelci sermayeye yöneltmektedir. Büyük sanayi şirketleri, enerji tekelleri, özelleştirilmiş eski kamu şirketleri, sigortalar ve bankalar, ticaret tekelleri – bunlar tekelci sermayedir. Sanayi ve banka sermayesinin bütünleştiği mali sermaye, tekelci sermayedir. Tekelci sermayenin en saldırgan bölümü askersel-sanayi kompleksi ve siyasetteki yardımcı birlikleridir.

Tekelci devlet kapitalizminde devlet tekelci sermayenin çıkarlarının güdümündedir. Egemen politika, bu çıkarlar ile çelişkisiz olmayan birliğin ve bağlantının ifadesidir. Bu görüşümüzü, anti-tekelci hareketin ve savunma cephesinin çekirdeğini oluşturmak zorunda olan işçi sınıfının bilincine yerleştirmek istiyoruz.

İnsanlar ulusal düzeyde ve uluslararası düzeyde tekelci kapitalizmin çelişkilerini yaşamaktadırlar. Toplumumuzdaki temel çelişkinin az veya çok, maskesini düşüren veya tekelci sermayeye karşı yönelen hareketler oluşmaktadır. Nükleer santrallere ve Castor nakliyatlarına karşı çıkan, Occupy, Blockupy, G7/G8/G20 zirveleri protestoları gibi hareketler bunlar arasındadır. Aynı şekilde faşistlere karşı, sağa karşı, mülteci hakları için verilen mücadeleler, Serbest Ticaret Antlaşması TTIP ve CETA karşıtı mücadeleler bunlar arasındadır.

Biz, AB’nin aşılması ve FAC’nin AB’nden çıkması için mücadele ediyoruz. AB, öncelikle Batı Avrupa’nın emperyalist devletlerinin tekelci sermayenin çıkarları temelinde oluşan birliğidir. AB’ndeki güç, 2008 krizinden itibaren Alman tekelci sermayesinin eline geçti. Alman tekelci sermayesi bu üstün konumunu kârlarını acımasızca artırmak için kullanmaktadır. AB, aynı zamanda, kapitalist sistem içerisinde bile alternatif yolları engelleyen bir araç olarak hizmet etmektedir.

Bu mücadelelerdeki görevimiz, hareketlere örgütsel desteğin yanı sıra, öncelikli olarak bu sorunların kapitalizmin işlevindeki bir yanlışlık, bankaların »kumarhane« mentalitesi veya dolandırıcılık değil, aksine kapitalizmin »asalak ve çürüyen« aşaması olarak emperyalizmin temel çelişkilerinin sonuçları olduğu anlayışını yaygınlaştırmaktır.

Burada şu mücadele alanlarının özel bir önemi bulunmaktadır:

  1. İşyeri politikası

İşçi sınıfının yanı sıra, emekçi halkın giderek artan kesimleri de tekelci devlet kapitalizminin çelişkileri ve ihtilaflarından etkilenmektedirler. Bu ortak etkileniş, geniş anti-tekelci mücadeleler ve hareketlerin gelişiminin nesnel temelidir.

Her anti-tekelci ittifakın özü, işçilerin birliğidir: işçi sınıfının eylem birliği. Dünya görüşü sınırlarının ötesinde, işçi hareketinin farklı yelpazelerinin ortak eylemleri ve mücadeleleri için etkide bulunuyoruz.

Sınıf bilincinin oluşması için, sınıf mücadelesinin okulu olarak sendikaların örgütsel ve siyasi açıdan güçlenmeleri belirleyicidir. Birlik sendikasını, bölme denemelerine ve »bölgecilik mantığına« bağlama eğilimine, ortak şirket yönetimi anlayışına ve parti siyaseti tarafından araçsallaştırmaya karşı savunuyoruz.

Grev hakkını ve koalisyon özgürlüğünü savunuyoruz, kapsamlı grev hakkını talep ediyoruz. Bu mücadeleler ve hareketlerde sermaye ve emeğin çıkarlarını sadece münferit sorularda değil, temelden uzlaşmaz bir biçimde karşı karşıya durduklarını gösteriyoruz. Sendikaların birliğini ve mücadele güçlerini “Toplu İş Sözleşmelerini GenelleştirmeYasası” gibi bölme çabalarına karşı savunuyoruz. Artan bir biçimde meslek temelindeki örgütlenmeyi ve işkolu sendikaları arasındaki rekabeti sendikal hareketin zayıflaması olarak görüyoruz.

İşçi sınıfının bilincinin gelişmesi, mücadelelerin genişlemesi için büyük işyerlerindeki çalışanlara özel önem düşmektedir. Sendikal hareket içerisinde bu çalışanlar ve onların sendika ve işyeri işçi temsilcilerinin kararların, pozisyonların, yönelimlerin ve eylemlerin gelişmesinde büyük etkileri bulunmaktadır. İşyeri faaliyetinin, özellikle büyük işletmelerdeki faaliyetlerinin komünistler için olağanüstü önemi bulunmaktadır. DKP işçi sınıfının her türlü bölünmesine karşı mücadele etmekte ve sınıfın her katmanının bağımsız ve sendikal yönelimi için bilincini güçlendirmektedir.

Göçmen örgütleri ile, göçmen kökenli yoldaşlar ve iş arkadaşlarıyla işbirliğinin büyük önemi vardır. Bu işbirliğini yoğunlaştıracağız.

- Biz işçi sınıfının bölünmesine karşı çıkıyoruz. Gençlerin yaşlılara, Doğuluların Batılılara, işsizlerin çalışanlara, taşeronların kadrolulara, Almanların yabancı işçilere, erkeklerin kadınlara ve yurt içinde ve dışındaki bölgesel üretim koşullarında mevkilerinin birbirlerine karşı kullanılmalarına karşı mücadele edilmelidir. Biz sınıfın bir bütün olarak şekillenmesi ve sınıfın bütününü çıkarlarının savunulması, proletarya enternasyonalizmi için mücadele ediyoruz.

- Tam ücretin ve personel sayısının korunması koşullarında çalışma sürelerinin kısaltılması talebi, ülkemizin işçi ve sendika hareketinde yeniden yer bulmalıdır. Bu talep mücadeleleri tek tipleştirme, süresiz sözleşmeli ve güvencesiz işçilerin, işsizlerin ve dışlanmışların mücadelelerini birleştirme şansını içermektedir. DKP 30 saatlik çalışma haftası talebiyle önemli bir itki sağlayabilir. Bu talebin yerleşmesi, işçi hareketinin savunma konumundan çıkmasını sağlayacaktır.

Bu mücadele taşeron işçiliğin, süreli sözleşmelerin yasaklanması mücadelesi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Özellikle kadınlar ve gençler bunlardan etkilenmekte, günümüzde »güvencesizlik yeni olağanlık« olmuştur. O nedenle kural olarak süresiz tam istihdam için mücadele ediyoruz. Kalifiye öğrenim ve meslek eğitimi ile çırakların ve meslek öğrencilerinin süresiz iş akdine alınmaları bu mücadelenin parçasıdır.

2. Komünal (Yerel) politika

Komünler (yerel yerleşim yerleri), işyerlerinin yanı sıra faaliyetlerimizin ikinci ağırlık noktasıdır. Burada işçi sınıfının çıkarlarına ve tekellere karşı konumda olan müttefik katmalara yönelik siyaset geliştiriyoruz. Yukarıdan dayatılan sınıf mücadelesi, krizin yükünü alttakilere yüklemektedir. Kısıtlamalar, işyerlerinin azaltılması, kurumların kapatılması ve özelleştirmeler bunun sonucudur. Komünlerde yoksul mahalleler oluşmaktadır. Kent gelişme ve ulaşım politikaları giderek tekellerin ve »tedarikçi« olarak nitelendirilenlerin çıkarlarına göre şekillenmektedir. Okullar çürütülmekte, öğretmen ve öğretim aracı açığı felaket hâle gelmektedir. Yerleşim bölgelerinde gerçekleştirilen lüks tadilatlar (kentsel dönüşümler) kiracıları uzaklaştırmakta, kent merkezlerinde yoksulluğun görünür olması istenmemektedir. Kiralar ve yan giderler artmakta, konutların terkedilmesi çoğalmaktadır. Biz insanlık hakkı olan ödenebilir konut için mücadele ediyoruz. Barınma hakkı insanlık hakkıdır.

Herkes için yeterli, ucuz ve ödenebilir konut ve belediyelerin görevlerine uygun bütçelere kavuşmaları için mücadele veriyoruz. Bu bütçeler kamuya ait yeterli ve çekici var oluş güvencesi kurumlarını, kamusal sağlık hizmetlerine ücretsiz ve konuta yakın ulaşımını ve kitle sporu ile kitle kültür kurumlarını ve ücretsiz kamusal ulaşımı güvence altına almalıdır. Biz yüksek kiralara, spekülasyonlara, her türlü harç artırımına ve kamusal altyapı ve hizmetlerin özelleştirilmesine karşı mücadele ediyoruz.

Sendikaların ve sanatçı birliklerinin sanat emekçilerinin gelir ve çalışma koşullarını güvence altına alacak toplu sözleşme taleplerini destekliyoruz. Orkestraların, tiyatroların, galeri ve müzelerin kalifiyeli ve angaje personele ihtiyaçları vardır. Toplu sözleşmelerin kaldırılması ve ücretlerin düşürülmesi sanatsal yaratıcılık koşullarını yok etmektedir ve bunu birlikte engellemeliyiz.

Aynı şekilde Alman Kültür Konseyinin kültürel çeşitlilik ve kültürel altyapının genişletilmesine yönelik taleplerini destekliyoruz. Kent ve kasabalardaki kısıtlamalar yerine kültür merkezlerine, kültürel ve toplumsal faaliyetler için serbest alanlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bu nedenle kültürel eğitim partimizin eğitim politikasının önemli bir parçasıdır.

3. Sosyal politika

Güvencesizliğe, dışlanmaya ve yoksulluğa karşı mücadele çok daha büyük bir rol oynamalıdır. İşçi sınıfının giderek daha büyük kesimleri süregenleşen işsizlikten, yoksulluktan, sosyal ve toplumsal sonuçlarıyla dışlanmışlıktan etkilenmektedir. İşçi sınıfının sosyal durumunun iyileştirilmesi daha güçlü biçimde ön plana çıkartılmalıdır. Sendikalar içerisinde bu pozisyonlarımız doğrultusunda mücadele edeceğiz.

67 yaşında emeklilik ve sözde »Ajanda 2010« çerçevesinde yürürlüğe sokulan Hartz Yasaları, işçi sınıfının durumunu ve işçi hareketinin mücadele konumunu büyük ölçüde kötüleştirmiştir. »Ajanda 2010« işsizlere yöneliktir ve işçi sınıfının mücadele gücünü zayıflatıp, sınıfın bölünmesini derinleştiren bir baskı aracı olarak hizmet görmektedir. Biz, 67 yaşında emeklilik kararının geri alınması ve Ajanda 2010’nun kaldırılması için diğer kısıtlama planlarına karşı da mücadele ediyoruz.

Sağlık alanındaki kısıtlamalar dramatik hâl almıştır. Sağlık alanının kâr ilkesinin boyunduruğu altına sokulması ve özelleştirme ve tekelleşme süreçlerinin uygulanması, iki sınıf tıbbını kökleştirmektedir. Sağlık hizmetleri, hastalar ve sağlık çalışanlarının aleyhine, olağan kapitalist ürün hâline dönüşmüştür.

Anti-faşist mücadelemiz

Anti-faşist mücadelemiz sadece faşistlerin eylemlerine ve ideolojilerini yaygınlaştırmalarına karşı mücadeleye indirgenemez, indirgenmemelidir. Genel anlamdaki sağa kayışa karşı mücadele ediyor ve sosyal kısıtlamalara karşı verdiğimiz mücadeleleri sağa karşı yürüttüğümüz aktivitelerle bağlıyoruz. Çünkü sağ gelişme ve faşizm egemenlik altında olanların bölünmesine hizmet etmekte, böylece tekelci sermayenin çıkarlarının gerçekleştirilmesinin yolunu açmaktadırlar. Bizler, anti-faşist direnişin mirası temelinde mücadele ediyor ve DAC’nin anti-faşist mirasını savunuyoruz.

Burjuvazinin en gerici kesimleri ve onların temsilcileri faşistlere burjuva devlet aparatında ihtiyaç duymaktadırlar. Burjuvazi, işçi sınıfının farklı katmanlarını yoksulluğa iterken ve sosyal ve demokratik hakları yürürlükten kaldırırken, faşistler sosyal demagojileri ile haklı hoşnutsuzluğu ve hiddeti kanalize etmektedirler. Anti-kapitalist sonuçlar milliyetçi ve şovenist kışkırtıcılık ile engellenmektedir. Faşistler ayrıca büyük sermayenin en gerici kesimleri için, sistemin sallantıya girmesi durumunda siyasi rezerv olarak kullanılmaya hizmet etmektedirler. Sistemi stabilize edici rol oynamaktadırlar.

Faşistler ayrıca büyük sermayenin en gerici kesimlerine, ücret ve sosyal talanına, kriz sonuçlarının yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesine karşı mücadele eden güçlere karşı tehdit potansiyeli, ilerici güçlerin hedeflerinin şaşırtılması ve güçlerini birleştirmelerine karşı ve yasaların gericileştirilmesinin gerekçesi ve kisvesi olarak hizmet etmektedirler.

Burjuva devletinin sistemi stabilize etmek için faşistlere ve sağ demagoglara ihtiyacı vardır. Burjuvazi işçi sınıfının farklı katmanlarını yoksulluğa iter, sosyal ve demokratik hakları ortadan kaldırırken, örneğin Pegida, AfD ve klasik faşistler sosyal demagojileriyle haklı hiddet ve hoşnutsuzluğu sermaye için tehlikeli olmayacak yollara kanalize etmektedirler. Özellikle dışarıya karşı sivil ve »zararsız« görünüm sergileyen örgütler ve partiler, egemen sisteme yönelik vuzuhsuz hoşnutsuzluk duyan insanları milliyetçi ve şovenist yönden etkilemeyi başarmaktadırlar. Medyatik dikkat sayesinde toplumdaki temel mutabakat giderek daha sağa kaymakta ve böylelikle bu hareketler ve partiler örneğin Sığınma Yasasının sertleştirilmesi için fikir babası olarak hizmet etmektedirler. Faşistler ayrıca büyük sermayenin en gerici kesimleri için, sistemin sarsılmaya başlaması durumunda siyasi yedek (rezerv) gücü olarak hizmet etmektedirler.

Faşistler, iddia ettikleri gibi anti-kapitalist değillerdir – tam tersine! Komünistler olarak kapitalizm/emperyalizm ve faşizm arasındaki bağlantıyı göstermekteyiz. Faşizmi, sermayenin egemenliği akut tehdit altında olduğunda, ya da vazgeçilmez olarak gördüğü hedeflerin burjuva demokrasisi çerçevesinde gerçekleştirilemeyeceğini gördüğünde başvurduğu, burjuva egemenliğinin en gerici biçimi olarak görmekteyiz. İktidardaki faşizmin, mali sermayenin en gerici, en şovenist ve en emperyalist kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü olduğuna dikkat çekiyoruz.

Faşistler, mülteci sorunlarını ırkçı anlamda kullanmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken, işçi sınıfının ve orta katmanların içine kadar nüfuz etmiş olan önyargıları kullanmaktadırlar. Kapitalizmin / emperyalizmin milyonların göçe zorlanmasının ve mülteci olmasının temel nedeni olduğu konusunda insanları aydınlatıyoruz. Mültecilerin sınırsız ikamet haklarına ihtiyaçları vardır; sığınma hakkı hiç bir engel olmaksızın yeniden yürürlüğe sokulmalıdır. Mültecilerin ülkeye alınmasının, zaten var olan konut kıtlığı ve yüksek kiralar, yetersiz kreş yerleri, kapasitelerini aşmış okul sınıfları gibi sorunları artırmaması ve yerli halk ile mülteciler arasında daha sert kutuplaşmalara yol açmaması için, bu sorunların kapitalizmdeki gerçek nedenlerini gösteriyoruz. Alman işçi sınıfı ile mültecilerin ortak çıkarını ifade ediyoruz.

Savaş kışkırtıcılığının, faşizmin, ırkçılığın, antisemitizmin ve yabancı düşmanlığının savunulma hakkı yoktur. O nedenle şunları vurguluyoruz:

Faşizm düşünce değil, aksine bir suçtur.

Nazilerin faal olduğu her yerde direniş görevdir! Faşistlere ve ırkçılara tek bir sokak, tek bir parlamento koltuğu verilmemeli, kamu önüne çıkmaları engellenmelidir!

Potsdam Antlaşmasında kararlaştırıldığı gibi, tüm faşist örgütlerin lağvedilmelerini ve propagandalarının yasaklanmasını talep ediyoruz.

Faşistlere karşı etkin mücadele geliştirmek için, kimsenin dışlanmadığı geniş ittifaklara ihtiyaç vardır. Dresden ve diğer kentlerdeki başarılı ve burjuva kesimlerden otonom, anti-faşist güçlere ve sendikalara kadar birlikte gerçekleştirilen kitlesel blokaj eylemleri bunu göstermiştir.

DKP olarak farklı mücadele biçimlerini seçen anti-faşistleri bölme ve birbirlerine karşı kullanma denemeleri ile anti-faşistlerin kriminalize edilmelerine karşı çıkıyoruz. Totalitarizm teorisini ve faşizm ile sosyalizmi/komünizmi eşitleme çabalarını kararlı bir şekilde geri püskürtüyoruz.

Gözetim (polis) devletinin genişletilmesi de, egemenlerin gerici politikalarına karşı olası direnişe hazırlık çalışmasıdır. Birinci NPD yasaklama davasının ve devletin desteği ve finansmanıyla faaliyet yürüten NSU terör ağının deneyimleri, anti-faşistlerin hiç bir zaman gizli servislere ve devletin baskı organlarına güvenmemeleri gerektiğini göstermektedir. Gözetim devletine ve genişletilmesine karşı mücadele ediyor, gizli servislerin, BND, MAD ve Anayasayı Koruma Teşkilatı ile polisin ve Federal Polisin gizli servis yapılanmalarının feshedilmelerini talep ediyoruz.

DKP’yi güçlendirin!

Tüm bunları, ancak aynı anda partimizin güçlenmesine çalışarak başarabiliriz. Şu anda ülkenin her tarafında eylem yapma ve kampanya geliştirme yetisine sahip değiliz, sayımız az ve üyelerimiz kısmen yaşlanmış. Kadın yoldaşların oranı son derece düşük. Bunları değiştirmek istiyoruz ve değiştirmeliyiz.

Daha fazla insanı güçlü bir Komünist Partisine olan ihtiyaca ikna etmeliyiz. Komünist Partisi sosyalist sınıf bilincinin yaygınlaştırılmasının ön koşuludur.

Bunun için yeni fırsatlar ve olanaklar vardır. Kapitalizmi tarihin sonu olarak görmeyen ve alternatif arayan gençler arasında da. Partimize yakın duran SDAJ (Sosyalist Alman İşçi Gençliği Ç.N.) ile olan işbirliği burada merkezi önem taşımaktadır.

DKP’nin geleceği açısından Temel Parti Örgütleri’nin gelişimi anahtar rol oynamaktadır. Birlikte kararı alınan politikaların özümsenmesi ve yaşama geçirilmesi temel parti örgütlerinde gerçekleşmektedir. Komünist niteliklerin ve kişiliğin gelişmesi sınıf mücadelesinin pratiğinde sınanır ve ispatlanır.

Temel örgütlerimiz örgütlenme dereceleri konusunda çok farklı düzeylerde gelişmemişlerdir. Temel örgütlerimiz ancak yerel ve merkezi görevler birbirleri ile uyumlaştırıldığında ve üst organların desteği ve yönlendirmesi sağlandığında gelişebileceklerdir. Bunun için içeriksel pozisyonların (politikaların) derinleştirilmesi amacıyla üzerinde çalışılması ve hedefli olarak nitelikli kadroların yetiştirilmesi gerekmektedir. Biz ülke çapında ortak siyasi yönlendirici kararlar alıyor ve yerel koşullara uygun olarak yaşama geçiriyoruz. Federal düzeyde alınan kararların aktarılması ve yerele uyarlanması görevini il ve yöre örgütleri gerçekleştirmektedir. Aynı zamanda parti içi tartışmayı örgütlemektedirler. Böylece alt birimleri yönetmektedirler. Destek ve yönlendirme, partimizin farklı düzeyleri arasında daha iyileştirilmiş iletişimi gerekli kılmaktadır. Siyaset sadece »yukarıdan aşağıya« geliştirilemez, temel örgütler de gündelik pratiklerinin, bu pratiğin genelleştirilmesi, parti bütününün stratejisine yansıması ve böylelikle merkezi olarak geliştirilen politikaların kıstası olması için yüksek sorumluluklar taşırlar. Bu, partimizi güçlendirmenin ve adım adım geliştirmenin en iyi yoludur.

Tartışmada özgürlük, eylemde birlik – bu, fikirsel tartışmaların pratikte sınanması yoluyla idrak edilmesi ve gelişiminin ön koşuludur. Nesnel gerçeklik sürekli geliştiğinden, yeni eğilimler her gün tarafımızdan politik olarak değerlendirilmek zorundadırlar. Bunun için sınıf mücadelesi deneyimlerine ve bilimsel çözümlemelere gereksinimimiz vardır.

Eğitim politikamızın özel bir değeri bulunmaktadır. Ağırlık noktası dünya görüşümüzün temellerini yöre örgütlerimizin yardımı ile partinin geneline yaymak olmalıdır.

Yeni üyelerin kazanılmasını örgütlü olarak ele almalıyız, çünkü »Proletaryanın sınıf olması, burjuvazinin egemenliğinin yıkılması, proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi için« (Komünist Partisi Manifestosu) daha güçlü bir partiye ihtiyacımız vardır.

( Bu belge DKP’nin 14 – 15 Kasım 2015’de Frankfurt am Main kentinde gerçekleştirilen 21. Parti Kongresinde onaylanarak karar altına alınmıştır. )