Komünistler ve Dindarlar

Komünistler ve Dindarlar

Ülkemizde yürütülen sınıf mücadelesi açısından dindarlar ile ilişkiler ve dindarlara yaklaşım önemli bir konudur. Din ile ilişkileri koyu dindarlıktan, dini hassasiyetleri olanlara kadar yayılan geniş bir çeperden söz ediyoruz. Nüfusunun yüzde doksan dokuzu müslüman olan ve cumhuriyet doktrininde milliyetçilik ögesi yanında ciddi bir işlevi olan din konusu doğru bir şekilde irdelenmeden işçi ve emekçi yığınların çoğunluğu ile sınıf mücadelesi açısından sağlıklı bir iletişim kurmak mümkün değildir.

Konunun güncel mücadelemize yansımalarını değerlendirmeden önce komünistlerin din konusuna yaklaşımına kısaca değinmeliyiz. Komünistler dünya görüşleri gereği materyalisttirler. Bu felsefi anlayışları nedeniyle de ateisttirler. Egemen sınıfların din unsurunu, ezilen ve sömürülen işçi ve emekçi yığınları, yoksulları kontrol altında tutmak ve istedikleri doğrultuda yönlendirmek için kullandıklarını bilirler. Dine bağlılığın egemen eğitim sistemi ile sağlandığı, devletin tüm aparatları ile toplum içinde yaygınlaştırıldığı, egemen sınıfların en önemli ideolojik silahlarından biri olduğunun bilincedirler. Geniş yığınların sömürü ve ezgi altında inlerken, sınıf bilinci almadıkları için doğa üstü güçlere ve inançlara sığındıkları gerçeğinden yola çıkarlar. Burjuvazi de aynen daha önceki toplumlarda egemenlerin kullandığı gibi, din unsurunu kendi egemenliklerini sürdürmek ve kendilerine yığın tabanı sağlamak için kullandıkları aşikardır.

Din kitaplarında öyle açıklamalar ve kurallar yazılıdır ki, geniş yığınlar rahatlıkla onların etkisi altında kalabilmektedirler. Hangi dine bağlı olursa olsun günümüz egemenleri ise dinsel kurumları bu kitaplardaki içerikleri güncel olay ve gelişmelere bağlı olarak değerlendirip yorumlamaktadırlar. Cuma vaazlarını düşünün. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden ülkedeki bütün imamlara ve vaizlere her cuma hangi konuda vaaz verecekleri iletilmektedir. Cuma vaazları resmen ideolojik ve politik ajitasyon-propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Cumaya giden yığınlar da bu vaazlardan etkilenmekte, içeriklerini içselleştirmekte ve o doğrultuda düşünmeye ve davranmaya yönelmektedirler.

Diyanet kadrosunda 2015 yılında 117.000 kadrolu personel bulunuyordu. 2016’da 85.000 olan cami sayısında personel açığını kapatmak için 6.000 kadro daha alınacağı açıklandı. Bu rakamlar din üzerinden yapılan ideolojik çalışmanın bütün gerçekliğini ortaya seriyor. Türkiye’de Diyanet’in bütçesinin Sağlık bakanlığı ve Eğitim bakanlığı bütçelerinden daha yüksek olduğunu düşündüğünüzde karşı karşıya olunan tablo daha net ortaya çıkmaktadır. Bu arada, din personelinin 2015 yılında ortalama net aylık maaşının 2.600 TL olduğunu da hatırlamakta yarar vardır.

Son 14 yılda en başta eğitim alanında dinselleşmenin adım adım geliştirildiği dikkate alınmalıdır. 4+4+4 sistemi ile de eğitim sistemi tamamen din ağırlıklı bir niteliğe kavuşturulmuştur. Normal ortaokul ve liselerin niteliksel olarak işlevsizleştirildiği, İmam Hatip Liselerinin sayısal anlamda aşırı derecede yaygınlaştırıldığı bir sistem oluşturuldu. Mesele sadece son 14 yıllık AKP iktidarının konusu değildir. İmam Hatip okullarının cumhuriyet tarihinde en fazla yaygınlaşmasının ilk adımlarının 12 Eylül faşist diktatörlüğü döneminde olduğu gerçeğinin de altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekmektedir. Kendilerini “Atatürkçü ve Laik” olarak nitelendiren başta TSK olmak üzere belirli çevrelerin ifadelerini ve açıklamalarını bu anlamda ciddiye almamak ve maskelerini düşürmek gerekmektedir. 2007 yılında “Cumhuriyet Mitingleri” adı altında TSK’nın doğrudan finansmanı ile düzenlenen mitingler gerçekleri gizleme taktiği açısından politikayla ilgili olanlar tarafından ayrıntılarıyla irdelenmesi gereken bir komedidir.

Hal böyleyken, bu toplumda sınıf mücadelesi yürüten kadrolar nasıl bir yol izlemelidirler ? Egemen sınıfların din propagandasının bu kadar etkisinde olan geniş işçi ve emekçi yığınlara nasıl yaklaşmalıdırlar ? Bu sorular doğru biçimde yanıtlanmadan, bu ülkede geniş işçi ve emekçi yığınları sınıf mücadelesine kazanmak mümkün değildir.

Bizim düşüncemize göre, dinin etkisinde olan işçi ve emekçilere dinsel konular ile yaklaşılmaması gerekliliğidir. İşçi ve emekçilere kendi sosyal, ekonomik ve demokratik sorunları temelinde yaklaşıldığında ve bu sorunları çözme konusunda kendi yaşam ve çalışma alanlarında önce hareketlenmeye, ardından da örgütlenmeye başladıklarında, kendileri din propagandası ile egemen sınıflar tarafından yönlendirildiklerini ve kontrol altında tutulduklarını anlayacaklardır. Bir süre sonra ise egemen sınıflarla diğer konularda olduğu gibi din propagandası konularında da karşı karşıya geleceklerdir. Kendilerinin hassasiyet gösterdikleri ve inandıkları değerlerin egemen sınıfların temsilcileri tarafından bir araç olarak kullanıldığını görecekler ve kendi benliklerinde bir bilinçlenme süreci başlayacaktır. Kuşkusuz ki, bir anda dini hassasiyetlerini yitirmeyeceklerdir, bunu onlardan isteyen de onları bu yönde teşvik eden de olmayacaktır. Ancak, “biz din kardeşiyiz”, “müslümandan müslümana zarar gelmez”, “Allah verir”, “Taktir-i ilahi” v.b. retorikler artık onları etkilemeye yetmeyecektir. 

Dini hassasiyetleri olan işçi ve emekçilere dini eleştirerek yaklaşmak, kendilerini ve dine yaklaşımlarını savunmalarını sağlamak ve görüşlerini keskinleştirmekten başka hiç bir işlevi olmaz. Halbuki, iş yerlerinde sendikalarda, mahalle ve semtlerde hemşehri dernekleri, kahve ve dayanışma derneklerinde, ortak sorunlarımız temelinde konuşmak, hareket etmek kendilerini toplumsal mücadelenin çeperine kazandırır. AKP gericiliğinin, salt dar anlamda parti çalışması değil, işçi sınıfı ve emekçiler arasında sendikalarda, memur ve meslek örgütlerinde örgütlenmesi, bizzat kendi çeperinde bu alanlarda örgütler kurması veya var olanların içinde etkinliğini artırması bize yeni görevler yüklemektedir.

Bu ülkede, Hak-İş ve Türk-İş çatısı altında örgütlenmiş işçileri kazanmadan sınıfın yığınsal direnişleri nasıl yaratılacaktır ? Nasıl ki DİSK tabanında milliyetçiliğin etkisi altındaki sendika aktivistleri ve işçiler arasında çalışma yürütülüyor ise, gerici ve hatta faşist sendikalar içinde de çalışma yürütmek komünistlerin başta gelen görevidir. Sendikalar dışında gerici faşist dernekler, kooperatifler içinde de mahalle ve semtlerde çalışma yürütmek aynı anlayışımızın bir gereğidir. Tabii ki, kendini sosyal demokrat, hatta bazen devrimci olarak adlandıran ancak milliyetçi etkiler altında olan işçiler arasında çalışma ile AKP, MHP ve benzeri gerici ve faşist partilere yakınlık duyan işçilerin arasında çalışmak aynı yöntemleri uygulayarak gerçekleştirilemez. Fakat bu farklı kesimler arasında kesin çizgilerle ayrım yapmak her zaman da mümkün olmamaktadır. Düşününüz ki bir işletmede Hak-İş Federasyonuna bağlı bir iş kolu sendikası yetki almış. Üyelerin arasında her görüşten işçiler mevcut. Sendika işyeri temsilcisi ve aktivistleri ise AKP veya MHP yandaşı. Burada nasıl bir çalışma yürütüleceği, o işyerinde varsa  parti örgütümüzün veya yoldaşlarımızın, değilse o işletmede çalışan işçilerin yoğunlukta yaşadığı mahalle ve semtlerde yoldaşlarımızın ve parti örgütlerimizin görevidir. Bu yoldaşlarımız veya örgütlerimiz ise bu işçilere yaklaşırken onların dini görüşlerini tartışarak çalışmaya başlamayacaklardır. Temel alınacak çalışma, söz konusu işyeri veya mahallenin sorunları olacaktır. Önce onların güvenini kazanacağız, sorunlarının çözümünde kendilerine yardımcı olacağız, üstenci davranmadan bazen yol göstereceğiz, ama her zaman sorunların çözümünde kendilerinin aktifleşmesini öne alacağız, onların yapabilecekleri işleri biz üstlenmeyeceğiz. Görüşü ve inanışı ne olursa olsun, işçilerin ve emekçilerin kendi sorunlarının çözümünü kendilerinin ele almasını, pratik günlük mücadeleler içinde yoğrulup gelişmelerini sağlayacağız.

İlk aşamada amacımız işçilerin görüş ve inançlarını tartışmak olmadığı gibi, bunun gerekli olmadığını, bu alanlarda yaklaşımların süreç içinde değişeceğini göreceğiz. Öncelikli amacımız onların görüş ve inançlarını değiştirmek değil, o görüş ve inançların egemen sınıflar ve onların işçi hareketi içindeki uzantılarının etkilerini ve yönlendiriciliklerini kırmak olmalıdır. Süreç içinde ısrarla ve sabırlı günlük çalışmalar ile sağlanabilecek bu gelişme, işçilerin görüşlerini ve daha sonraki aşamalarda inançlarının kendi kendilerine sorgulanmalarını beraberinde getirecektir. Görüş ve inançları tartışmamak demek, bu ögeleri de dikkate alarak planlı ve programlı bir politik çalışmanın olmayacağı anlamına gelmemelidir. Parti çalışmasının her adımı ve aşaması partililer ve örgütlerinde sürekli değerlendirilmeli ve gelişen koşullara göre çalışmaların yönlendirilmesi tartışılmalı, karara bağlanmalıdır. İşçileri, mensup oldukları görüşlerden ve inançlarının kendilerini mücadelede edilgen hale getiren unsurlardan arınmalarını sağlamak için, kendileriyle doğrudan tartışmaya girmeden argümanlar ve yöntemler geliştirmek partili olmanın en doğal görevlerinden biridir. Bütün mesele, bu çalışmaları tepkisellik ve kimlik psikolojisi yaratmadan  özünde kendilerinin çıkarına olan konularda yürütmektir. Yeri geldiğinde ve gerekli güven ortamı sağlandığında ise onlar kendiliğinden bizlere yaklaşımlarımızı, görüşlerimizi ve kimi inançlar konusunda değerlendirmelerimizi soracaklardır. Bu tartışmalardan etkilenecekler ancak hemen bizim tüm yaklaşımlarımızı kabullenmeyeceklerdir. Fakat, onların bizlere saygı duymalarını, güvenmelerini sağlamalıyız. Bunu yaparken biz de onlara saygı duyarak, güvenerek kendilerine değer vermeliyiz. Hepimizin politik yaşamımızın birçok kesitinde “abim komünist ama iyi komünist, sözünün eri ve yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez” benzeri konuşmalara çok şahit olmuşuzdur. -Olmadıysak, zaten bizim politik yaşamımızda ciddi bir eksiklik vardır, bu durumda kendimizi sorgulamamız gerekmektedir. - Tam da bu ifadelerin kullanılması, o alanda yoldaşlarımızın işçi ve emekçilerle doğru bir ilişki kurduklarının işaretidir. Belirli bir aşama sonunda bu işçi ve emekçilerin mücadele içinde tercihlerini doğru olarak kullanmaları sağlanmış olacaktır.

Bu konuda Lenin, “Proletarya Partisi Din Konusunda Tutumu” başlıklı yazısında şu açılımı yapar: “ (…) Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde kalamaz, bu tür sınırlı öğütlere indirgenmemelidir. Dinle savaş, dinin toplumsal kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut uygulamasıyla bağlanmalıdır. Din etkisini neden en çok geri kalmış şehir proletaryası, yarı­-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya "cahil oldukları için" diye cevap verirler. O zaman da "kahrolsun din, yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir"­ diye haykırmaya başlarlar.

Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler. Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve her gün her saat emekçilere en dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir.

"Tanrıları korku yarattı". Sermayenin kör ­halk kitleleri tarafından önceden sezilemediği için kör gücünün korkusu yani proletaryanın küçük­ esnafın yaşamının her adımında "ansızın", "beklenmedik" ve "rastlantısal" bir yıkıntı, yok olma, yoksulluk, fahişelik, açlıktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern dinin kökenidir. Maddeciler ana ­okulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa, öncelikle bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar. Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenmedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez. (…) “ (Proletarya Gazetesi / Sayı 45 / Mayıs 1909)

Gerici faşist örgüt ve sendikaların içinde koşullara göre her zaman örneklerini verdiğimiz çalışma tarzı geçerli  olmayabilir. Bir yandan bu çalışmalar yürütülürken, parti organlarının kararları ile bu çalışmadan tamamen bağımsız ve konspiratif olarak söz konusu örgüt veya sendika içinde çalışma yürütülmesi gerekliliği doğabilir. Bu ayrı bir konudur ve sızma yöntemi ile yürütülecek konspiratif bir kadro çalışmasıdır. Komünist kadro kimi durumlarda kendisini gizleyerek, görüşlerini deşifre etmeden çalışmak zorunda kalabilir. O çalışmanın kural ve yöntemleri çok farklıdır. Uygulanacak yöntemler, ilkeler ve hedefler, ayrı bir yazının konusu olduğu için bu meseleyi bu yazımızda derinleştirmiyoruz.

Konumuza dönecek olursak, komünistler, dindarlar ve dini hassasiyeti olan işçi ve emekçiler içinde çalışmak ve onları öncelikle demokratik ve sendikal alanda aktifleştirip örgütlemek zorundadırlar. Bu bir tercih değil bir gerekliliktir. Böylesi önemli bir çalışmanın eğitimini gerçekleştirmek, araçlarını yaratmak, yöntemleri konusunda karar vermek genel yaklaşımın dışında yerellerde parti örgüt ve organlarının üzerinde hassasiyetle çalışması gereken konulardır. Tiyatro, sinema gibi toplumsal içerikli kültürel  etkinlikleri ziyaret etmek, doğum günü kutlamaları organize etmek, toplu geziler örgütlemek, günlük yaşamın içinde yürütülecek çalışmaların yanısıra destekleyici ve tamamlayıcı aktivitelerdir. Bu tür aktiviteler sırasında insanlar biri birlerini daha yakından tanırlar, güven tazelerler ve ilişkilerini geliştirirler. Bugüne dek sadece cuma namazına, akraba, komşu düğünlerine, hemşeri derneklerinin eğlencelerine gitmek dışında fazla aktivite göstermemiş işçilerin bu tür birliktelikler ile tanışmaları, onları kültürel açıdan da geliştirecek ve içinde hapsoldukları dar çerçeveden çıkaracaktır. Görüldüğü gibi, bu çalışmaları gerçekleştirmek için hiç de görüş ve inançları tartışma konusu etmeye ihtiyaç yoktur.

Önerdiklerimizin tümü işçi  ve emekçi kadınlar arasında yürütülecek çalışmalar için de geçerlidir ki, kadınlar arasında çalışma konusunda yaşama geçirilebilecek çok daha fazla konu ve aktivitenin varlığına da dikkat çekmek isteriz. Parti çalışmasının ayrı bir alanı olarak değil, ilk aşamada entegre bir çalışma olarak kadınlara yönelik yapılacak çalışma, özellikle mücadeleye yaklaşım konusunun netleşmesi açısından bizleri birkaç adım ileriye taşıyacak ve kadınların yardımıyla erkekler de daha hızlı aktifleşeceklerdir. Değişik alanlarda yaşanan deneyler bunu kanıtlamaktadır.

Türkiye gibi eğitim alanında bilinçli olarak geri bıraktırılan, eğitim sistemi “geleneksel” olarak adlandırdığımız, güce tapma, doğa üstü güçlere sığınma, öz güvenini geliştirmeme, kendi görüşlerini dile getirmeme v.b. özelliklerini aşılayan bir nitelikte uygulanan bir toplumda sınıf bilincini geliştirme konusunda işçi ve emekçiler arasında yürütülecek çalışma belirli hassasiyetleri içermekle beraber sonuç alıcı karakter taşımaktadır. Yeter ki, yığın çalışmasını doğru uygulayalım, günlük pratikte güven temelinde sağlıklı ilişkiler kuralım, küçük iş - büyük iş ayrımı yapmayalım, mütevazi olalım ve bu nitelikleri geliştirmek için kendimizi, yöneticilerimizi ve kadrolarımızı doğru eğitelim.